Düzgün Gökhan(barıs7gun@hotmail.de)

7 GÜN
BARIŞ
Gezegeninizde 7 gün boyunca dünya barışının konuşulduğunu düşünelim!
Her yerde ve her an konuşulan şey, dünya barışıdır…Tüm dünyada, eş
zamanlı ve her ülkede 7 günlük barış tatili olacak. Hiç kimse
çalışmayacak. . Dünya tatil olacak(!) Zorunlu sağlık hizmetleri
dışında tüm iş yerleri kapalı olacak.
Hiç düşündünüz mü neler olur?
Ben bilmiyorum …
Bu sorunun cevabını içimizde kaç kişi verebilir?
Bunun yanıtını hepimiz biliyoruz. bence, ”hiç birimiz”dir.
7 gün boyunca barıştan dünyaca söz etmeyi bir yana bırakalım, hiç
birimiz, bunun senede tam gün konuşulunca nelere yol açacağını
bilmiyoruz.
Yukarıdaki ilk soruyu “bilmiyoruz”la karşılamak, yaşam tecrübemizden
edindiğimiz gerçekçi yanıttır.
Tecrübelerimiz keşke hayalimizdeki arzular olsaydı…O vakit,
hayalimizdekileri geçmişte yaşayarak geçirmiş olacaktık. Belki de
düş kurmaya gerek kalmayacaktı, belki düş bile olmayacaktı.
Bütün dünyanın düşsüz olduğunu düşünelim!
Nasıl olur?
Dünya barışı güvenceye kavuşursa, düşe gerek olacağını mı sanıyoruz?
Yanılmış olmayalım mı? .
İki bakımdan yanılmış olmayalım. Birincisi, dünya barışına rağmen ,
belki de düş ruhsal süreçteki varlığını sürdürmeyi
koruyacaktır;ikinci yanılma olasılığı ise, dünya barışının hayal
etmeyi gerçekten bitirmeyeceğine dair varsayımlarımızdır.
Varsayımlarımızın boşsayımlardan ibaret olmadığına emin miyiz?
Bu iki olasılık hakkında güvenilir bilgiye sahip olduğumuz elbette
ki, iddia edilemez. Yanılma korkumuz mantıklı olabilir fakat, riskli
değildir. Korkularımızı test edebiliriz: Ne kaybederiz?
Şimdiye değin yanılgılarımızdan nasıl kurtulmuştuk? Onlardan
sıyrılmayı nasıl başardık?
Biz hep yanılmıştık, yaşam yanılgılarla geçmişti. Üstelik
yanılgıları umut misali kendimiz yaratıyoruz. Sonsuza değin yaşama
arzusunu kim güvenceye aldı? Sürdürülmesi bakımından arzu
güvencededir peki, gerçekleşmesi sağlandı mı?
Elbette ki, hayır. Değil mi? Herkesin hayatı bir ömürlüktür. Ömür
denilen yaşamın bir başlangıcı ve sonucu vardır. Sonsuzluk
aldanmasına nasıl kapılıyoruz?
Hepimiz çok zekiyiz ya, hepimiz herkesten çok her şeyi bildiğimizi
söylemiyor muyuz? Bunu belli etmesek bile, üstümüze gelindiğinde
dilimizin hışmıyla sözcükleri bir çırpıda tepeden döküveririz.
Ömürlük hayat için, dehamızın en üst sınırı ne diyecek? Sonsuza dek
yaşamak mı?
Bu durumda ya biz aptalız veya dehamız aptaldır. İkimizden birimiz
kandırıyor. Acaba kim kimi kandırıyor? Bunu öğrenelim mi?
Mademki dehamızdır bizi sürükleyen, gelin ona bir tuzak kuralım.
Dünya barışını 7 gün boyunca konuşmayı gündemleştirmesi için
dehamızı sınayalım.
Sınama, yanılgıları netleştirir.
Buna hazır mıyız?
Hazır olsaydık mesele kalmazdı.
Peki, neden hazır değiliz? Olacaklara inanmıyoruz değil mi? Veya
kimse ciddiye almaz bizi. .
Gelin, inanmayalım. İnanmaktan cayalım, güvenelim. Güven somuttan
yola çıkar. O somutun kişisi benim, diyebilelim. Ben gerçek değilsem
benim dışındaki gerçekleri gerçek diye bana algılatan kimdir?
Gerçeği algılamanın öznesi ben isem, ben, gerçekten daha
gerçekçiyim. Öyle ise buna inanmam gerekmiyor, güvenmem yeterlidir.
Çünkü ben, inanılmasına gerek kalmayacak kadar somutum. Her canlının
duyumlama alanında his edilir özgünlüğüm vardır.
Varoluşumu unutmuyorum. Ama utanıyorum, kendimden utanıyorum.
Günlük televizyon ve gazete haberlerinden zevk almıyorum. Ha(!)
unutmadan internet sitelerini de eklemeliyim. Yakın zamanda iletişim
olanaklarımıza katılan bu güzelim harikayı yani insan dehasını
anmadan geçmek ayıp olacak.
Soyumuz nede yaratıcıymış!
Kulanım kapasitesi ve manevrası hakkında henüz yeterli bilgiye sahip
olmadığımız internetle neler yapılmıyor ki? Hele uydular sayesinde
insan elinin tüm hücre ayrıntılarının röntgeni nasıl çekildiğini
anlattıklarında iftihar etmiştim insanla. İyi ki insanım, demiştim.
Günlük savaş haberlerinin duyurulduğu dünyamızda yaşamak ise, utanç
geliyor bana. Hatta habere ilgi sırf savaş konularıyla
sınırlıymışçasına savaşa ihtiyaç duyan medya sektörünün
kışkırtıcılığını görünce dehşete kapılıyorum. Bu durumda,
hayvanlardaki, kedi ve köpeklerdeki huzuru görünce, savaşı bilmeyen
ve savaşmayan canlıların dinginliğine imreniyorum.
Demek ki, canlılar âleminde aynı türden olanlar arasında garaz
yokmuş. Garaz bağlayan, kin güden hayvan kendi soyu içinde kabul
görür mü? Bilinmez…
Bazen de savaş teknolojisinin ürünleri sergilenir. Televizyonlar ve
medya içten katılırcasına haberini verir. Öyle ki, bu yenilikler
geçmişteki dünya savaşlarında kullanabilmişlik ihtimaliyle
rakiplerin pozisyonlarındaki değişim tartışılır. Geçmiş sanki
değiştirilerek yeniden dizayn edilir.
Anlaşılacağı üzere, insan hayali günün olanaklarıyla geçmişi kendi
dünyasında değiştirerek tasarlayabiliyor. Yaşanılanı yaşanmamış
varsayıp yaşanılanları yaşanmamış düşünebiliyor.
Ne kadar esnek ve elastik bir makineymişiz. Bir de barışın
makinesini icat edebilsek! İstediğimiz kadar savaşabilirdik. Nede
olsa, bir düğmeye basıp, henüz başlamadan savaşı durdurabilirdik.
Hatta keyfini çıkarırdık bu eğlencenin.
Hem kendimizle oynardık hem de barış makinesiyle.
Hiç kendinizle oynadınız mı? Ne kadar eğlenceli olduğunu biliyor
musunuz?
Ben sıklıkla oynarım kendimle. Yalnızlığım kendimle oynadığım
anlardır. Toplum içindeki rolüme katılmadan oynarım. Bundan ötürü
pek neşeli gelmiyor bana. Çünkü, bu rolü belirleyen ben değilim.
Savaş tanrıları adımıza karar kılmış, mecburen katılıyoruz. Ya
seyirciyiz ya da taraftar.
Seyircilere biçilen rol taraftarlara verilen rolden daha önemlidir.
Bundan dolayı çoğunluğu onlar temsil ederler. Onlar, azınlığa
düşseydi savaşlardan gelir sağlanmazdı. Kişi başına düşen savaş
geliri ve rantı azalırdı. Miktar bölüşülünce cüzi kalırdı. Cüzi
miktar için savaşmaya değmezdi.
Öyleyse, şavaşlar maddiyat için para ve zenginlik için çıkarılıyor.
İyi de, olanak sağlamak için insan öldürmeyi aklım almıyor. Çünkü
uydulara, internete, gen mühendisliğine bakınca yaratıcılığın sınır
tanımadığına tanık oluyorum. İnsanın kopyasını yapan insan, para pul
için yani daha fazla zenginlik için savaşın dışında başka
seçenekleri yaratamıyor mu? Yaratıcılığını savaşsız zenginlik için
kullanamıyor mu?
Öldürmek yaratıcılık mıdır?
Soyumuz, zor şeyleri nede rahat başarıyor! Demek ki, insanın
üstesinden gelemeyeceği zorluk yokmuş. İnsan her türlü zorluğu
başarıyor ve başarmıştır. Soyumuz, , güçlüğü nede rahat seviyormuş!
Vay be!
Birde kolayı başarsaydık!
Kolayı neden başarmıyoruz?
7 gün herkes dünya barışını konuşsa, 8. günde yoksulluk kalır mı
dünyada? 7 gün barışı konuşmak mı kolaydır, yıllarca savaşmak mı?
Veya savaşan bir taraf, rakibine”arkadaş ben seninle savaşmayacağım,
gidip barışı konuşacağım” dese, rakibi ısrarcı mı olacak ?
Denilecek ki, abartıyorsun, ne savaşı be! Topu topuna birkaç
bölgesel savaş ve birkaç ülkede iç savaş var, hepsi bu. Doğrudur. Bu
tespite katılıyorum. Peki, bunca seyirciyi nasıl ve ne ile idare
ediyorsunuz. Bunu anlamıyorum. Bilmek istiyorum.
Seyircilerin ne ile tatmin edildiklerini bilmek hakkım değil mi?
Bütün ülkelerde savaş olmadığına göre, savaşanlara sesiz kalışları
nasıl sağlandı? Bunun sırını kavramak istiyorum.
Bende yıllarca bir savaşın direk veya dolaylı tarafıydım. Seyirci
kalmaya vaktim olmadı. Seyirciliği öğrenemedim. Seyirciliği
öğrenmemekle iyi mi yapmışım kötü mü yaptım, onu da bilmiyorum.
Çünkü çocukluğumdan beri barışın yüzüne rastlamadım.
Diğer ülkelerdeki savaşlara seyirci kaldığım söylenebilir…Ama
oralardaki savaşları gündemime alacak kadar rahat değildim. Kendi
acılarıma gömülmüştüm. Kendi acılarımı kaldırmaya bile yetmiyordum.
Oradaki tarafların beni mahzur görmesini ve beni bağışlamalarını
diliyorum.
Ülkemizdeki savaş bitince yani acılardan kurtulup nasıl olacağımı ve
onlar için ne yapacağımı şimdilik kestiremiyorum. Çünkü acılarım
benden uzaklaşmamıştır.
Acı çekenler arasındaki dayanışma mutluluk getirmez. Bunu biliyorum.
Böylesi dayanışma, acıyı biri birine bulaştırmaktan başka işe de
yaramaz.
Taraflar arasındaki dayanışma ise, her acıyı çözebilir. Bunun adı
barış mıdır veya salt barış mı böyledir?
Dünya barışı olsaydı, savaşlar çıkabilir miydi?
Bunu net bilmiyoruz. Elimizde yeterli veri yok. Tecrübemiz hiç
olmadı.
Bildiğimiz tek şey, savaşlardan dolayı barışın gelmeyi
düşünmediğidir. Çünkü o, böylesi yıkıcı ve gürültülü ortamları
sevmez. Bazen bir kuytuya çekilip olanları uzaktan seyreder hatta
bakmak bile istemez. Kaçar.
Barış huzur düşkünüdür. O, kendisinin ilk var oluş döneminin
arifesini bazen özler. Yani, insan tarihinde savaşların henüz
bilinmediği, bir buluş olarak savunulmadığı öldürmezlik zamanların
nostaljisine kapılır. Bir o kadar da ürkerek anımsar. Çünkü
varlığını savaşa borçlu olduğunu bilir. Savaşlara karşı nankörce
davranmaması bundandır. Savaştan uzak durarak onun, yaşamını uzatıp
adeta vefa borcunu öder. Onu doğuran savaşın kendisidir.
Arife dönemi(insanın savaşa dair henüz hiç şey bilmediği zaman
kesiti)tıpkı anne karnındaki gebelik dönemini andırır. Doğduktan
sonra(barış) ilk acıyı gören her insan anne karnına dönmeyi özler.
Diktatörler öldükten sonra anne karnındaki vaziyeti alırlar. Arife
döneminin sırrı budur. Anne karnı rahat ortam olarak onların
bilincinin kuytusunda hayat boyu özlenen ve geri dönülmek istenen en
huzurlu mekândır. Öyle bir istek ki, ölüme rağmen diktatörün
cesedini anne karnındaki vaziyete büründürür. Dönüş isteği kendini
cesette yaşatır!
İşte, barış ilk acıyla kişinin dünyasına yerleşir. Bu yüzden barış,
acıya ve savaşa minnettardır. Anne karnından da korkar.
Anne karnı insan tarihinde her kişi için bir arifedir. Doğmakla
savaş veya barışın tarafı seçilir. Hangi taraf seçilirse seçilsin
içeriğinde acı mevcuttur. Geri dönüşü tetikleyen ise acısız yaşama
isteğidir. Kişi, hayatında bulamadığı ortam olarak gebelik sürecinde
tekrar yaşamak ister. .
Hayatın ilk öğretmeni maalesef acıdır. Kişi karşılaştığı ilk acıya
verdiği tepkiye göre yolunu belirler. Kimisi acısını anlar kimi
acıdan kaçar.
Acıyı anlayan mutluluğun yoluna saparken, acıdan kaçan ise kaçış
biçimine göre ya çilenin esiri olur veya bizzat acının yaratıcısı
kesilir.
Hayat, acı ve mutluluğun karşılaştığı sınırda barınır. Hayatı
mutluluğa çeken onu mutlu yaşar, acıya çeken ise çileye gömer.
Hayatın durduğu mesafeyi acı belirler(tıpkı ilk karşılaşma gibi).
Acısını anlayan ezilmeyi ve ezmeyi tercih etmez. Acısını anlatan onu
yaşatır.
Hitler kendi acısını anlatım yolu olarak şiddeti seçti. Acısını
anlayamadı.
Hitler’in hayatını okuduğumda dehşete kapılmıştım, ona üzüldüm ”Vay
be(!) Acı, insanı neye dönüştürüyormüş” dedim, kendi kendime “demek
ki, acı kişiyi kendisine benzetir”. Bir müddet sonra onu, acının
yaratıcısı yapar.
Birinci dünya savaşı olmasaydı Hitler oluşmazdı. Stalin de. İkisi
zor tarafından yaklaştı ve zoru başardılar.
İnsanları sürüklemek bir yetenektir, kimi şiddetle bunu yapar kimisi
sanatla. Hitler, maruz kaldığı dışlanmışlığı kavrasaydı, birinci
dünya savaşının acılarını tuvale aktarıp renklerin diliyle
anlatacaktı. Ressam geçmişiyle Gurines tablosunun yaratıcısı
olmazdı.
Kendisine “Bunu siz mi yaptınız bayım” soran Alman subayı “Hayır
bunu siz yaptınız” cevabını alır Picasso’dan. Bir
ressamın(Hitler’in) subayları başka bir ressamı dünyaca sürükleyici
kılmıştır. İlginç değil mi?
Acı hayatın öğretmeniyse örgencilere kalan onu iyi anlamaktır.
Kolayı seven için acının tesiri olmaz. Zoru sevenler onu yaşatır.
Picasso kolaycı bir anlatımla çağlar boyu sürükleyici olacaktır.
Diktatörler peki?
Picasso kolayın yolunu bildiğinden dolayı cazibesini halen sürdürür.
Kolayın yolunu bulmanın dışında, dâhilerin başka ne mucizesi
olabilir ki?
Dahi olmak için kolay düşünmek gerekir, düşünme güçlüğü çekenler
mutsuzlar ordusuna katılır. Dâhilerin çoğu eceliyle ölmüştür
Dâhiliğin yol ayrımını belirleyen dürüstlüktür. Dürüst olmayanlar
kurnazlık ve şeytanlıkta yeteneklidir. Böylece, yıkıcı amaçlara
odaklanıp yoğunlaşırlar.
Hitler, karşılaştığı ilk kırılmayı anlamış olsaydı hayatında başka
kırılmaları artık yaşamayacaktı. Acısını anlamış biri olarak huzur
bulacaktı. Öylelikle mutlu kalacaktı. Benzer şeyler Stalin için de
geçerlidir. Öyleyse savaşları yaratan kişiliklerdir. Savaşlar
olmasaydı, tahrikçileri saydam görme şansı yükselirdi. Böylece kolay
düşünecektik.
Genel bir söylemdir:”Önemli olan zoru başarmaktır, kolayı herkes
başarır”. İnsanın söylediği en büyük yalandır bu. İnsan tarihinde
bundan daha büyük bir yalan henüz söylenmemiştir. Yalanın tarihi
incelenirse, bu sözü sıralama bakımından birinci ve baş sırada kim
indirebilir? Bu sözü baş sırada indirebilmek ve bunun üstünde daha
büyük bir yalan söylemek için “Bu söz doğrudur” demek gerekir. Bu
sözü başka yalanla başka türlü geçmek ve geride bırakmak mümkün
değildir. Dilin ve sözün tarihinde geçilmeyen tek yalan budur.
Yalan, en zor söylenecek sözdür. Öyle değil mi?
Yalanı bilmediğimizi mi sanıyoruz?
Dilin yürekle bağı koptuğundan beri her sözcüğü tetiğe basar gibi
savururuz. Bu cümlede ”savururuz” kelimesi yerine “savuruyorlar”
yüklemini kullanabilirdim. Öylece kendimi daha dürüst göstermeye
teşebbüs edecektim. Dâhil olmazdım. Anlayacağınız üzere yalan
söylemiş olacaktım. Hayatta karşılaştığımız yalanlara yalanla cevap
verme mecburiyetinde kalmak bizi bıktırmadı mı? Yazmak, dürüst kalma
şansı verdiği için tercih ettim. Yanlış anlamayın sadece yazdığım
sıralar dürüstüm, bunun dışında hep yalanla baş başayım. Hiç olmazsa
bu satırları dürüstçe yazmak istiyorum.
Hayatında acıyla hiç karşılaşmamış insan yalanı bilmez. Ömrünü,
acıyla hiç karşılaşmadan tamamlamış kimseleri biliyor musunuz?
Tanıdığınız böyle kişiler var mı? Tarihte bu tür bildikleriniz olmuş
mu?
Yalanın atası acıdır, desem, aforizmalı düşünmeye meraklı olduğum
sanılacaktır. Neye sayarsanız sayın, acı ağacının gövdesinde yalan
göverir.
Yüreğimize yakın olsaydık, yalanları yaşamadan erken fark edecektik.
Zorluklarla karşılaşmazdık.
Kişi, acısı kadar hayata yalan söyler. Bu yüzden hayata soru sormaz.
Cesaret etmez. Hafızada yalan varsa unutkanlık kaçınılmazdır.
Acısını sorgulamayan(anlamayan)insan tehlikelidir.
Hayata soru sorma yürekliliğini gösterenler, çilenin tanımını da
bulabilirler. Bu tanıma göre, refahın ve huzurun reçetesini eline
geçirebilirler. Öylece kendini kandırmaz. kimse.
Kanmayanlar için hayat alabildiğine kolaydır.
Ömründe bir kez bile dünya barışını yaşamamış insan neye yarar? Bu
soruyu hayata sormak istiyorum. Ve cevap arıyorum…. Belki de hayata
ilk sorumdur bu, belki de soru sormaya yeni cesaret ediyorum. Bu
konuda yalanım varsa bana kalsın, lütfen! Kendime haksızlığı
göğüsleyerek bu hakkımı kullanmak istiyorum. Kendimize sakladığımız
yalanlarımız hiç mi yoktu? Onları kime söylüyorduk?
Kolayı ne zaman başardık?
Önemli olan zoru başarmaktı! Hayat ne zaman kolay olmuştu?
Herkesin yaptığı, zoru başarmak değil midir? Kolayı kim başarmıştır?
.
Savaş çok mu kolaydır? Lütfedip savaşanlara hiç sordunuz mu?
Ben sordum. Hiç biri savaşın güllük gülistan olduğunu anlatmadı.
Bunların bir kısmı halen savaşıyor, bazıları ise hayatta değiller.
Savaş kurbanı oldular. Kendime sakladığım yalanların içinde bu
deyindiklerim mevcut değildir.
Böyle şeyleri rahatça anlatırız. İnsan böyledir zaten, çevresine
rahatça anlatabildikleriyle dürüstlüğünü kotarır; söylemeye
zorlandığı şeyleriyse yalana büründürür veya kendine saklar.
İnsan hangi zoru başarmamıştır ki? Öylesine zor bir hedef gösterin
ki, insan tarafından başarılmamış olsun?
Ozon tabakasının delinmesi insanın başarısıdır. Doğayı tehlikeye
çeviren insandır, aids insanın başarısıdır, bir çırpıda
gezegenimizdeki hayatı sonlandıracak teknik icatlar başarılmıştır vs
vs…
En zoru ise savaşmayı başarmaktır. İnsan daha hangi zoru başarsın?
Savaşmanın ötesinde daha zor ve güçlükle gerçekleşecek başka başarı
var mıdır? Bunların başarıldığı inkar mı edilecek? Savaştan daha zor
olan nedir bu dünyada? Ve insan ne zaman savaşmamıştır? Savaşmadığı
zaman aralığı ne kadar uzundur?
Buyurun (!) size, başarılmış zorlukların tarihi…
”İnsanın üstesinden gelemeyeceği hiçbir zorluk yoktur” sözüyle,
türümüz halen iftihar eder.
Okun ilk icadından beri, insan zorluklarla uğraşıyor ve güçlükleri
gerçekleştirme deneyimi kolayı başarma deneyimiyle kıyaslanmayacak
boyutta fazladır.
Okun icadıyla sadece hayvanlar avlanmadı, insanla tanışma vesilesi
doğdu. İnsan, oktan aldığı cesaretle yeryüzünde rahat dolaşma
olanağına kavuştu. Tanımadığı sürü ve gruplarla temas sağladı.
Onlarla savaştı. Bu savaşlar sayesinde değişik kabilelerle iletişim
kurdu.
O zaman, insanlar şimdiki gibi iç içe geçmemişti. Enternasyonalizm
ve entegrasyon gibi hukuki ve gönüllü kaynaşmayı tartışmıyordu.
İngilizce gibi dünyada konuşulan ortak dil yoktu. Kimse kimsenin
dilinden anlamıyordu. Tercümanlık okulları yoktu. Bundan dolayı
hangi grup diğerleriyle karşılaşınca ok çekmeye davranırdı. Çünkü
onları tanımıyor ve anlamıyordu. Bu başarılar kolay değildi, hepside
zor belayla oldu.
Dünya yüzeyine dağılma ve artık gidilecek ücraların bulunamamasıyla
iç içe geçiş gerçekleşti. İnsan başkalarını tanıdı. Dünyaya yayılma
tamamlandı. Dilin kabiliyetiyle sosyal bilgi birikti. Bilgi
evrenselleşti.
Bu süre zarfında şiddetin nelere kadir olduğu anlaşıldı. Şiddet
tanrısal değer kazandı. İnsan insanı yenmeseydi tanrı yaratmayı
düşünemezdi. Güç ve korkuyu halen kendi türünden bekleyecekti. Ne
vakit ki, insanın yenilebilinir olduğu yani mağlup olacağı
anlaşıldı, putları vb güç simgelerini yarattı. İlk zafer ve ilk
yenilgiyle insan artık insanın gözünde düşmüştür.
Tanrılar koleksiyonu karıştırılırsa, içinde sadece ve sadece
“yenilgi tanrısı” eksiktir. Bu şunu gösterir, kovalanmanın ve
kaçmanın dışında başka savunması bulunmayan o korkak yaratığın
zorbalıktan başka hayati güç kaynağı yoktur. Türümüz, zorun büyüsünü
iyi bellemiştir. Yenilgiyi itibarlı görmüyor.
İnsan, öldürdüğü hiçbir şeye değer vermez. Hayvanı öldürdüğü günden
beri onu horlar. Sonra insan öldürmeyi öğrendi. Kıydığı insanı,
hayvandan daha değersiz ve aşağılık görmeye başladı. Kıymakla değer
yitimine uğradığını düşünseydi onu sürdürmekten cayardı.
Tanrıların vasıfları irdelenince, insanın ne tür zorluklar başardığı
görülecektir.
Gözümüzün içine baka baka, insanın zoru başarmadığını iddia etmek ve
bu söylemi 21. yüz yıla taşırmak yalancı ve inkarcıların huyudur.
Can çıkar huy çıkmazmış. Bu huyla şiddet sürdürülüyor.
Soyumuzun başarı hanesi şiddetle dolmuştur. Hanede boş yer
kalmamıştır. Tarihe kalmanın (yazılmanın)anlamı kalmamıştır. Çünkü
doğa öcüye dönüşmüştür. Kimsenin sosyal konumuna, zenginlik kaynağı
ve gücüne bakmaksızın yani ayırım yapmadan hepimizi yutabilir. Buda
insanın başarısıdır.
Doğa karşısında kimde dayanma kudreti vardır? İşte(!) tehlikenin
içinde yaşayacak kadar zorluğa alışıyoruz. Bundan daha büyük cesaret
var mıdır? Başarılar cesaretle kazanılır….
Savaş seyircileri de bu güçlüğe tabidir. Onlar çok başarılıdırlar.
Düşünme fobisini saymazsak, insanın çekindiği tehlike hemen hemen
bulunmuyor. İnsandan gelen bütün tehlikeler rahatlıkla
göğüslenebiliniyor. Çünkü zora alıştık.
Zorluğa öylesine aşina olundu ki, dünya barışı tehlike görülüyor.
Türümüz bunu düşünmekten korkuyor. Düşüncelerden değil, düşünmekten
korkuyoruz. Çünkü düşüneceğimiz konuların bizi nasıl değiştireceğine
emin değiliz. Değişmiş halimizin değişmemiş halimizden farkını
kestiremiyoruz. Dünya barışını karşı düşünme fobimiz vardır. Neler
değişir, kim kazanır, ne kaybederiz? Bütün bunları bilmiyoruz.
7 gün, dünya barışına kilitlenmeye ne dersiniz? Buna cesaretiniz var
mı? Herkesin buna katılmayacağından korkuyoruz, değil mi?
Haklısınız. Çünkü, dünya barışı tecrübemiz yok….
Bilinci oluşturan salt öğrendiklerimiz değildir, düşündüklerimiz de
bilince dönüşüyor. Güncel yaşantımızda dünya barışını kimse
öğrenmedi, bunu öğretecek dış dünya gerçekliği mevcut değildir.
Çünkü oluşmamış ve hiç olmamıştır, emsal yoktur. Öyle ise bunu
öğrenme ve bilme kaynağından mahrumuz. Düşünmekten başka yol
kalmıyor. Bu yolu da, düşünme fobisi tıkamıştır.
Ne yapacağız?
Türümüze bak hele! dünya barışını öğrenme ve öğretme kaynağından
yoksunuz. Böyle dünyaya; içinizde geçenleri noktalı yere doldurmanız
için boşluk ayırdım. Siz de konuya dâhil olun. Nede olsa konumuz
dünyacadır. Yalnız başıma barışı sağlayacak değilim. Üstelik kişisel
barış işime pek yaramaz. İletişim çağındayız, diyor, bazı kolay
başarılar. İletişim, yalnız bırakmaz insanı.
Yıkıcı başarıların gölgesinde kalsa da, yapıcı icatların hayata
kattığı yenilik yaşamı kolaylaştırır. Ne var ki, böylesi yenilikler
savaş erki tarafından istismar edilmekten nasbini hep almıştır.
Zorlukları başarma geleneğinin savaş kültürünü meşrulaştırması
yönetsel mantaliteyi özgünlükle pekiştirmiştir. Püskürtülmesi hayli
güç olan bu mantalitenin, insan doğasına uygun dönüşümünü sağlamak,
basitten karmaşığa doğru bir seyir gerektirir.
Türümüzü çatışmalı ve yıkıcı haklılıklardan kurtarmak için, hayatın
sıradan ve basit öykülere tanık olduğunu anımsatabiliriz. Tüm mesele
bakış açımızla ilgilidir. Nasıl bakarsak öyle görürüz. Görünenlerin
etkisini bakışımız belirler.
Barışla sonuçlanmayan savaş yoktur. Dünya savaşları bile öyle
noktalandı. Savaş kademesinde bulunmuş çoğu yetkililer, belli bir
yaştan sonra pişmanlık dolusu anılar yazdılar. Bu anıların çoğu
satırları ”keşke” içeren, geçmişe dönük arzular içeriyordu. İnsani
olduğu gibi saygınlık uyandırdılar. Bence asıl hazine budur. Bu
anılar, insanlığın en zengin hazinesidir.
Yakın geçmiş incelenirse, önemli kademelerdeki yetkililer bu yolu
severek tercih etmiştir. Geleceğe miras bırakmak amacıyla
pişmanlıklarını yüreklice dile getirmişlerdir. Çoğu, katliamlara
karışmış veya yönetmiştir. Savaş anılarının miras olmadığı
bilinciyle, savaşa göndermede bulunmaktan kaçınmışlardır.
Savaşmazlığı önemsetmeye didinmişler.
Gerçek böyleyken, ilerde pişmanlık duyulacak edimlere bile bile
neden teşebbüs ediyoruz?
Soyumuzun üstesinde gelemediği bir gen olabilir mi? . Bile bile hata
yapma geni! Bile bile hata yapmak insana özgüdür.
”Eşek, eşek olmasına rağmen bir defa çamura batar ”Kürt ata
sözündeki çıkarsama, insan için de geçerli olmalıydı. Hayvanlar gibi
hatalarımızdan keşke ders çıkarsaydık, çamurdan çıkmalıydık.
Kolektif hafıza acılardan ve yıkımlardan ibarettir. Yılbaşı
kutlamaları ve sönük geçen dünya barış günü dışında ortak sevinç
paydası yoktur. Lakin acı bütün insanlığın hafızasında ortaktır.
Kolektif hafıza acının denetimindedir. Her kişi böyle hatırlar.
Bu hafızanın niteliğini belirleyen insan olduğuna göre dünyadan
sevinç ve moral beklenmiyor. Böyle olduğu için yaratıcılıkta erdem
aranmıyor. İnsanın iflah olmayacağı kanısı kronik sanılıyor.
Süründüren başarılara rağbet, yarış biçiminde körükleniyor.
Barış yaratıcılık sorunudur. Dünyada her şey üretildi ama, kimse
barışı henüz yaratamadı. Ne dehalar gelip geçti, uzaya dair açık
ufka sahibiz. Evrenin her yanını öğreneceğimize kuşku duymuyoruz.
Bunca beyin, bunca yüreğin kapasitesi savaş ezberini bozmaya
yetmiyor.
Savaş ezberlenmiştir.
Bilim insanları, süründüren başarılara daha çok rağbet gösteriyor.
Günü kurtarmak ve akla gelen fırsatları kaçırmamak adına, teknik
yaratıyı savaş ticaretine peşkeş çekmek yıkıcılığa destek sunar.
Yaratıcılık, sanatta olduğu gibi bilimsel icatlarda tekil ve şahsi
süreçtir. Laboratuarda veya esin anında, yalnızlığıyla buluş
sancılarını yaşayan bilimci, toplumsal sorumluluk paydasını
yitirebilir. Yaratısının sonuçlarını düşünmekten ziyade, buluşun
yeniliği ve kendisine kazandıracağı rahatlığına kaygısına
kapılabilir.
“Dünyayı ben mi kurtarırım” diyerek, ürettiklerinden nasıl
nemalanacağını hesaplayabilir. Böylece, her deha savaş budalalarının
ağına düşer. Oysa savaş egemenleri savaş tekniğini yaratanlar kadar
zeki değildir. İşte(!) zekânın trajedisi!
Kolektif hafızada, insanlık için fedakârlık kayıtlı olmadığından
bulunan fırsat kaçırılmak istenmez. Savaş teknolojisine eklenen her
yenilik, yeni savaş kararı ve planı demektir. Yeni teknoloji, yenme
ve galip gelme inancını pekiştirir.
Teknik bilimdeki dehaların çoğu politik budalaların tuzağına
düşmüştür. Zekânın hazin öyküsü böyledir. 1800 li yıllardan beri
şaha kalkan teknik icatlar düşünülürse, mucitlerine vefa sağlamayan
yaratılar kime yaradı? Aylarca gebelik sancılarıyla depreşen
kadının, sonradan hayırsız evlat muamelesine maruz kalmasını
beddualar bile kurtarmaz.
Vefalı evlat arzulayan her ebeveyn gibi, bilimcilerde vefalı ve
sadık yaratı istemelidir. Doğuracağı ürünün sadakatini gebelik
sürecinde analiz edebilmelidirler. Çünkü bilen o dur. Laboratuar
döneminde dünyanın gerçekliğini ve insanlığın kullanım niyeti ve
yaklaşımını kavramayan zekanın genetik sorunları vardır. İşi ve
barınacağı evi bulunmayan kadının hamileliği, sağlıklı annelik
duygusuna yorumlanamaz.
Kolektif hafızada sevinç ve ortak moral değerleri baskın olsaydı,
buluşların yıkıcı sonuçları bu ortaklığa feda edilirdi. Ama ezberin
okulu olan acılar, soy güdüsünü öylesine hırpalamış ki, dünyayı
kendi buluşlarına feda eden mucitlerle başbaşayız.
En büyük yaratıcılık barışı yaratmaktır. Hiç bir icat, barış kadar
insanlığa katkı sunamaz. Bütün dahiler ve 7 miyar insan için tek
zeka testi budur. İnsanlık bu zekâ sınavını geçebilir mi? 7 gün,
dünyaca düşünmek kolektif hafızada yenilik yaratabilir mi?
Güncel durumda kendine aptal demeyen zeka, zeki değildir.
Vefalı evlat misali vefalı ürünler atasını üzmez, sevindirir ve ömür
boyu sadık kalır. Barışın sadık olmadığını kim iddia edecek?
İnsanlık tarihi, kolektif hafızaya evrensel ölçüler ve dinamikler
katmadı. Bunda hafıza suçlanamaz. Yaratılmamış ki, hafıza unutsun.
Olmayan şeyi hafıza hatırlamaz, çünkü kayıtlarda mevcut değildir.
Öğrenilmemiştir.
Kimse kimse için fedakârlık yapmaz, kimse dünya ile barışmak
istemiyor. Ezberciler buna hazır değildir.
Soy güdüsü aşındığı için, uğruna fedakârlık yapılacak(emsal
alınacak) insanlık değeri hatırlanmıyor. Bundan ötürü, bilimciler
kendi yaratılarının yıkıcı sonuçlarını önceden bilerek
pazarlayabiliyor.
Soy güdüsünün pozitif yanına atfen söylenen “tarih boyunca insanlık
hiç olmadı” görüşüne katılıyorum.
Bilinç öncesi tarihte atamız henüz insan olmamıştı. Bildik insan
vasfından uzaktı. Bilinçten sonraki evrelerde ise, şiddeti
içselleştirip buluş gibi kullanmayı tutturdu.
İnsanlık denilen paydanın en asli unsuru, insanın insanı
öldürmemesidir( lüks sayılacağı için diğer asli unsurları
belirtmeden geçeceğiz). Öldürmezlik arife döneminin çok uzak
kesitine tekabül eder. Hayvanlar üzerinde sınanan yöntemlerden
çıkarılan sonuçlar, sosyalleşmekle birlikte insana yöneldi.
Geçmişinde öldürmezlik bulunan türümüz, bu evreden sonra insan
öldürme tecrübesi edindi. Gittikçe bunu kurumlaştırdı. Uzmanlık
alanı olarak askerlik olgusunu pekiştirdi. O vakitten beri öldürmek,
büyük kahramanlık ve keramet misali övülüp taktir almıştır.
Öldürmek, geçim kaynağı olmuştur Meslek eğitimine dönüşmüştür.
İnsanlık güdüsü her ölümden ağır yara almıştır. Bu yara salt ölenin
yakınları ve çevresiyle sınırlı kalmaz. Öldüreni de hırpalamıştır.
Ölen ve öldürenlerde insanlık güdüsünün doğal yapısında yarılma
başlamıştır. Bu yarılmada meydana gelen açıklık büyüyerek artmıştır.
Taraflar arasındaki bu açıklık şiddetle doldurulmuştur.
Kişinin ömründe, çocukluktan sonra soy güdüsü aşınmaya uğrar. Kral
ve kraliçe sarayında doğsa bile, bu sonuçtan kurtulamaz. Mevcut
dünya haberleri ölüm konularına endekslidir. Buna üzülmediğini
söyleyen insanlığını zaten yitirmiştir. Üzülüp de bir şey yapamamak
yani yetersizlik acı eşliğinde içten vurur. . Çünkü dünya barışına
ancak dünyaca yetebiliriz. Kimse tek başına yetemez. Dolayısıyla,
hem üzülenlerde hem üzülmeyenlerde soy güdüsü mutlaka yaralanır.
İnsan öldürmenin miladıyla güvensizlik kurumlaşmıştır. Güven
duygusunu salgılayan soy güdüsüdür. Savaşlar, güvensizliğin tarihini
oldukça uzatmıştır. Bu tarihi uzatmaya ihtiyaç var mı?
Güvensizlik, değişik biçimler ve kılıflara bürünüp serpilmiştir.
Yayılmıştır. Öyle ki, insana güvenmemek en büyük tedbir olmuştur.
Gerçeğe bakılırsa, insana güvenmemenin bir sürü haklı gerekçesi
bulunur.
Bütün mesele, bu güvensizliği aşmaktır. 7 günlük barış tatili güven
duygusunu onarabilir!
İnsanlık denilen şey güvendir. Doğa ve evrene dair öğrenilenlerin,
insan bilgisiyle sentezlenmesi bunu sağlar.
İnsanlık güdüsünün etkisi herkeste cılızdır. Bu güdü, tarih boyu
kendi ortamını yani huzuru bulamadı, serpilemedi. Kısıtlı haliyle
salgıladığı duygunun bilinçle teması, insan faydasını koruyacak
yeterlilikte değildir. Bilimciyi, bulduğu yeniliklerin muhasebesini
yapmaktan böylece alıkoyar. Buluşçu, insanlığa sağladığı katkıyı
düşünmek yerine, kendisiyle sınırlanmış sevinçle yetinir. Onun için
insanlık öncelik değildi, kendisiydi. Oysa, ne yaratılırsa
yaratılısın sunumdan itibaren sahibine ait değildir. Kullananların
malıdır.
Söz konusu atom bombası, nükleer silahlar ise…veya silah sektörüyse,
yaratıcısının(bilimcinin) bilincinden ziyade güdüsünü sorgulamak
gerekir. Vicdan, ahlak vb değerler etkili ölçüler değildir.
Bilimci niyetine, insan öldürmeye yardımcı olmak zor iş olsa
gerek…Türümüzün seçkin kafaları böylesi zorlukları da
pekiştirebiliyormuş!
İnsan öldürmek kolay iş mi?
Belalı başarılar mutlu edemez, bela getirir. Hayırsız evladın, anne
ve babasını dövmeye benzer. Geçmiş, belalı başarılarla örülüdür.
Yapıcı yaratıcılık soy güdüsünün doğal yapısıyla bağlantılıdır.
Muhtaç olduğumuz budur.
Öyle ise, bu güdüyü huzura kavuşturalım. Barışın güdüsünü besleyip
doğallaştıralım. İçimizi(içimizden) sıkıp boğazlamaktan cayalım.
Hepimize yazıktır. Tek bir kişinin dünyayla barışmaması herkese
zararlıdır.
Barış bir duygudur. Duygu yoksunluğunu telafi etmek için evrensel
hafızaya başvurmak yararlıdır. Maalesef buda bizde yok. O zaman
başka seçenek deneyelim…
Yoksayma yöntemine başvuralım.
Savaşları yok sayalım. Savaşsız yaşama hazır mıyız? . Şu andan
itibaren savaşlar durmuştur. Onları yok görüyoruz. Buna razı mıyız?
Evet mi, hayır mı?
Vereceğimiz yanıta göre değişim isteğimizi onaylayacağız. Öyle kolay
değildir, tarihsel alışkanlıkların terki lazım. Terk edilen
çıkarcılığın yerini ne ile dolduracağız? Huyumuz değişecek mi?
Barış dünyanın gündeminden çıkacak. Barış yüzü görmeyeceğiz artık,
onu istemeyeceğiz. Barış savaş çıkarmaz; savaşlar barışı doğurmuştu.
Savaşlar bitince barış, zaruri ihtiyaç olmaz. Ona gerek kalmaz.
Silah sanayi, orduların durumu, dünya diplomasisi, ekonomik dengeler
vs her şey savaşsızlığa endekslenecek.
Çıkarlarımızı yok sayabilir miyiz? Bu hassas bir konu, bunu yok
saymayalım…Kimimiz için hayati önemde, göze alınmayabilir. .
Öldürmeyi yok sayalım. Herkes eceliyle ölecek…Kimse insan tarafından
öldürülmeyecek.
İnsan öldürmenin son bulduğu yeni sayfa açılacak. Dünyanın şimdiye
dek göremediğimiz farklı yüzü görünecek bize. Göz alışkanlığımız
bozulacak. Kulaklarımızın bu güne degin duymadığı renkli sesler ve
sözcükler algılayacağız. Büyük ihtimalle algı eşiğimiz sınır
belirlemeyecek. Sınırız algılama düzeyine kavuşabiliriz. Şimdiki
algı sınırımızı yok sayarak, öyle olacağını düşünüyorum. Algıda
eşik, duvar ve pencere kalkabilir. Belki de, tavansız
düşüneceğiz…Selamlaşma kalkabilir. Selamsız tanışmaya hazır mıyız?
Mevcut doktrinleri yok sayalım. Stratejileri de…Bunların tümü savaşa
göre hazırlanmıştı. Yok sayma yöntemini yukarıda kullanırken, önce
savaşları yok saymıştık. Mevcut hesaplar gözden geçirilecek.
Bunların yerine neler hesaplanır? Neler yazılacak?
Savaşsızlığın bilgi kültürü üzerinde hangi düşünceler ve yeni sanat
biçimleri belirecek? Farklılaşacak mıyız güncelimizden ve
güncemizden?
Bunu kestiremeyiz. Çünkü bütün boyutlarıyla gerçeğimizi yok
sayamayız. Bilincimiz, bu iyiliği bize sağlamaya müsait değildir.
Bilincimizi yok sayalım! Başarabilir miyiz bunu? Sakın ürkmeyin!
Bilinçsiz yaşanmaz deyip, beynin işleyişi biter korkusuna
kapılmayın. Bilinç bitince yaşam bitmez, beyine tehlikesi olmaz.
Asıl, beyin işlevini yitirince hayat biter ve ölüm gerçekleşir.
Öyleyse bilinci yok saymayı göze alabiliriz. Bilinç yok sayılınca
içindekiler de yok olur. Bilincim öyle sanıyor. Bilincin içinde
neler var?
Bilincin bünyesinde günümüzün bilgileri doludur. Günün bilgileri
neye yarar?
Günün resmini çizmekten başka karartıcı özelliği var mı? Simsiyah
boya kutusunun beyindeki varlığını kime reva görüyoruz? . Üstelik
politik ressamcılık, fırçasını ona bandıra bandıra günün resmini
zevkle abartıyor.
Kabın içindekileri boşaltır misali bilincimizdeki bilgileri bir çöpe
dökebilseydik, yok sayma yöntemi aklımıza gelmezdi. Bu olanaktan
yoksunuz! .
Çöpe dökme seçeneği varsayım yönteminin kapsamına girer. Yöntembilim
asırlardır varsayımı kullanıyor. İnsanı düze çıkaracak düzeyde hayrı
dokunmadı. Yok saymakla varsayımları yaşanılır kılabiliriz.
Gerçeği, iki farazi sayımla kıskaca almak belasız başarılara
götürebilir. Yoksayım ve varsayım kıskacındaki gerçeklik, değişim
ısrarı ve isteklerimiz karşısında pek dayanmaz. Onu gönlümüze göre
işleyebiliriz.
Gönlün bilgiye ihtiyaca pek olmaz. Onsuz da yapabilir. Onunla uyumlu
bilinçle evreni mutluluğa taşıyabilir. Lakin gönlümüzün hizmetinde
olmayan bilinç bedenimize düşmandır. Onun hamalı olmayalım. Başka
şeyler taşıyalım kafamızda…
Bir kez daha bilinci yok sayalım. Çünkü yoksayım, alabildiğine
kolaylık sağlayan bir yöntemdir. Falan bölgedeki savaş hesaplarının,
filan ülkenin silah gücünü düşünüp savaş kazanmanın varsayımından
daha etkilidir. Bir damla kan dökmeden bu sayımla, , yıkıcılığa
karşı bünyemizdeki yapıcılığı ve çözümleri uyarırız.
Yoksayımın bir nevi uyarıcı etkisi vardır. Bizde mevcut olup
habersiz yaşadığımız güdüleri, duygu ve hislerimizi şahlandırır.
Örneğin, bu satırları yazdığım şu sırada dünyanın hiç görünmeyen
tarafını görüyorum. Her şey çok harika, şahane demek eksik kalır;
dünyanın tüm harikalarının bir arada toplandığı anı yaşıyorum.
Gördüklerimi buraya aktarmak konumuzu dağıtır diye yazmayacağım.
Tümü, bu yöntem sayesindedir.
Bilinci yok sayarak beynin canlılığını öldürmeyiz. İnsanın
bünyesinde bilinçsiz ve hayati köz daha fazladır. Hepsi de
uyukluyor. Onları uyandıralım. Örneğin, bebekler de bilinç mi var?
Onları canlılığın coşkusuna katan nedir? Güdüler ve duygular mıdır?
Hayat, belirli süre güdülerin ve duyguların sürüklemesiyle
geçirilir. Çoğumuz böyle geçirdik çocukluğumuzu. Bilinç durağından
sonra onunla karmaşık seyahate koyulduk. O günden beri bilincin
denetimindeyiz. Bilinç kirliliğini yaşıyoruz. Güdülerimize ve
duygularımıza şans tanımadık.
Yok saydığımız güncel ilişki, bilgi kültürü, başarı ölçüleri, barış
sorunsalı yerine emekleme döneminden itibaren evrensel hafıza
geleneğinin öldürmezlik kültürü ve politikalarıyla büyüyecektik.
Politika bile rafa kaldırılmıştı, her şey hayat olacaktı ve hayat
gibi yaşanılacaktı. Kim bilir?
Maalesef gerçeklik öyle değildir. Gerçeğin hafızasındaki bilgiler
şiddet, belalı başarı, belalı övünç ve iftihar kaynağından
ibarettir.
Bu hafızayı değiştirebiliriz.
1967 de aya gidildiği söylenseydi kıyamet kopardı. Yuri Gagarin bir
varsayım kahramanı olarak 1961 de uzay korkumuzu yerle bir etti.
Evrensel hafızaya, uzaya dair yüklüce bilgi ekledi. Bu hafızaya
milat oldu. Evrene bakış açımızı değiştirdi, onu yeniledi…Bu
başlangıçla, uzay yolculuğu neredeyse ülkeler arası yolculuktan daha
kolay oldu.
Doğa ve evren bilgisi dışında; evrensel hafızada, insana dair bilgi
kayıtları bulunmuyor. Çocukluğumuz öyle farz edilse de, çocuksuluğun
politikası yoktur. Çocuksuluğu ömür boyu sürdürecek bilgi kaynağı ve
gelenekten yoksunuz. Her şeyden önemlisi evrensel hafızanın öncesi
bulunmuyor, numunesi yok. Bunun için insanla ilgili başlangıç
yapmamışız. Hiç olmamıştır. Bilgi tarihinde olmayan şey nasıl
öğretilecek. Bilmediklerini kim öğretebilmiştir?
Canlılık tarihi boyunca evrensel hafızanın ortamı oluşmadı.
7 gün, bu konuda öğretmenlik yapabilir. Güzel giriş yaparız,
öğretici olur. Böylesi bilginin icadına hepimiz iştirak etmiş
oluruz. İnsanlığın dayanışarak ürettiği ilk ortak bilgiye
kavuşacağız. Ortaya çıkan bilgiden yararlanmak için kimseye minnet
borcumuz olmaz. Emeğimizle yaratığımız bilgiyi gönlümüze göre
tüketiriz., kim karışabilir?
Fakat gerçekliğimiz buna müsait değildir.
Evrensel hafızadan mahrumuz. Acil gerekli olan evrensel hafızadır.
Bu ihtiyaç, ekmek, sudan ve havadan daha acildir. Elzem olanı
yaratamayız mıyız?
Bence kolaydır.
Yeter ki bilincimizin kulağı duygularımızın sesine açık olsun.
Güdüler ve duygular hata yapmaz. Onların hata yaptığı kanısı,
bilincimizin varsayımıdır. Bilinç, öylelikle kendi önemini baskın
kılmıştır; kendi ortamını yaratmıştır. Bilincimiz güdü ve
duygularımızdan varsayımla uzaklaştırıyorsa, bizde, bilincin
tehlikelerini yoksayımla kendimize yaklaştırmayalım. Ya hiç biri
yada her ikisi ! Varmısınız buna?
Tercihimiz ikisinin uyumlu dayanışmasından yana olsun. . . 7 günde
bunun çığırını açabiliriz!
Ciddiye alınmaktan mı korkuyoruz? Bunun da çaresi var. . Ciddiye
alınmadığım sıralar şu seçeneği hep denerim:
-Güvensizliği yok sayalım!
“7 Gün”kitabını okuyan herkesin, topluca onay verdiğini sanalım.
Tümünün ikna olup kervana katıldığını düşleyelim? Ortak niyetimizi
his edelim. Hangi duygular resmileşir? Dünyanın resmi duygusu ne
olur? Olacakları nasıl tarif edeceğiz? .
Şimdiki olacaklar o vakit, olanlara dönüşür. Buna katılmayı ister
misin? İtirazı olan, John Lennon’un “Düşle” şiirini okusun. Buraya
aktarmayacağım onu… (Boşluğa düşle şiiri yazılmış varsayılsın, olmaz
mı? Onca savaş hesapları varsayımla yapılıyor, bir şiirlik varsayım
hakkını kullanmak ta bana düşsün ). . İtirazı olan bulsun okusun.
Öylece, “bir bütün olur dünya”.
Bütünün dışında kalmak bir erdem değildir. Kim dünya için ortak
çalışırsa, o ortaklığı yaşar. Katkısız davrananın payına az şey
düşer.
Başkalarının emeğiyle bir araya toplanmış değerlerden kendine pay
çıkarman hakça değildir. Haksızlık ta değildir. Erdemlere güvenmek
erdemlilerin hakkıdır. Erdemsizlerin suiistimaline geçit
verilmemelidir. Herkes kendi erdemine sahip çıkmalıdır, tıpkı
duygularına sahip çıktığı gibi.
“Barış” söylemi altına sinsi savaş planlarını gizleyip, duygulara
varana dek sömürenler hangi zaafımızdan yararlanıyorlar?
Öyleyse, dünya barışının yükünü “marjinal enayilerin” omzundan
almanın vakti gelmiştir. Yükü bölüşmekle hafifleyelim. Herkes kendi
barışının sorumluluğunu alsın. . Buna 7 gününü katsın!
Erdemleri yok sayalım…
Dünyaya tek taraflı erdemde bulunanlar (Doğası gereği, erdemler
karşılıksızdır) erdemsizlerin yükünü taşıdıklarını
anlatabilmelidirler. Hiç birimiz erdem enayisi değiliz. Ve barış
için kimseye yalvarmayacağız. Ya insanların ölmediği bir savaş
çeşidini bulun ya da gezegenimizde def olun!
Erdemlerimiz uğruna hayatta kaçırdığımız ve yaşantımızda eksikliğini
duyduğumuz çok şeylerimiz oldu. Doğayı kaybetmek üzereyiz, uzay
tehditkâr olmaya başladı. Erdemli sayılmak adına evrenin düşmanlık
yapmasına kim göz yumabilir? Üstelik doğanın erdemi yoktur;ona nasıl
davranırsan öyle davranır sana. İnsanın ikiyüzlülüğünü henüz
kapmadı.
Yoksayım? Yoksayma yöntemiyle yaşadık. Zamanla, biri birimizi yok
saymaya vardı, bu.
Hayatı yaşamak bir onurdur. Bağımsızlık enerjisi olarak bizi
coşturan onur, silahların gölgesini sevmez. Onu kullanmayı asla!
Her ülkenin insan hakları evrensel beyannamesine layıkıyla uyduğunu
varsayalım. Kim savaşa ihtiyaç duyar?
Yoksayma yönteminin kişi hak ve özgürlüklerine işlemediğini ve geri
teptiğini düşleyelim!
Yok sayma yöntemini uyduruk ve savsatan ibaret mi görüyorsun? Yok
saymanın işe yaramadığını mı düşünüyorsun?
De git oradan palavracı! Doğduğun günden beri hangi yöntemle
yaşıyorsun?
Ölümü yok sayarak yaşamıyor muyuz? Tüm canlıların bilimden önce
başvurduğu yöntem bu değil midir? . Dilden ve sözcüklerden evvel,
insanın kullandığı en eski yöntemdir. Bilim, bu yöntemin yanında
dünkü çocuktur.
Sen yoktun ki, var olasın; alt tarafı, ömürlük bir canlısın. Bu
gerçeği inkar ederek, her gün kendinden gizleyerek yaşamıyor musun?
Yalancı!
İnsan yerleşik hayata geçtiğinden beri kendini abartıyor.
Etrafına bak(!) kaç yıl önceye göre tanıdıklarından hangisi
hayattadır? Onlardan farkını korumak ve aynı akıbete uğrama
korkusunu ne ile dindiriyorsun? Yaşamla… değil mi, sahtekar? Ve
ölümü göz önüne getirmeden entrika, dolandırıcılık, sahtekârlık ve
insafsızlıkla “dünya nimetlerinin” tümüne egemen olmaya uğraşırısın.
Dünya tek benim olsun, diyorsun. Bu hırsla, hangi araç ve teknik
gerekiyorsa pervasızlığa bulup buluşturuyorsun.
Dâhileri tuzağa düşüren akademik basamaklarla politik ince yollar
döşedin.
Gözün başka insanları görmüyor, tümünü malzeme niyetine
algılıyorsun. Gaddarlığınla gurur duyup, beceri hanene habire
üstünlük ekliyorsun. Zamana ayarlı bir yaratık olduğun aklına
gelmez. Yıkıcı dürtülerin dünya zaferine inandırır seni…Öylece ölümü
inkar edersin. Hayatın gerçeğini görmüyorsun. Yaptığın, yok sayma
değil mi?
Eceliyle ölmeyi çok görüyorsunuz insana. Buna bile müsaade
etmiyorsunuz. Soyumuzun ölüm karşısındaki çaresizliğini kontrolünüze
aldınız. Onlara çare yaratınız. Ecele kaptırmadan kendiniz
öldürüyorsunuz.
Ecelle yarışıyorsunuz. Hayattaki en büyük rakibiniz eceldir.
İnsanların akıbetini ona kaptırmadıkça, , yaşamınızı sınırsız
güvenceye aldığınızı varsayıyorsunuz.
Onların eceline razı olmakla kendi ecelinizi da kabul etmek
zorundasınız. Bunu biliyorsunuz. Bu gerçeği kendinizden
uzaklaştırmak için öldürmeye sınır koymuyorsunuz. Başkalarını ecele
bırakmakla(kaptırmakla) ecele yem olacağınızı sanıyorsunuz. Ömür
uzatmak, öldürdüğün insan sayısıyla orantılı değildi. Eline silah
alan ömür uzatmaya koyulurdu, yoksa.
Öldürdükçe ömür uzatacağınızı sanıyorsunuz. Bu, ecelden kaçışın
savunma mekanizması değil midir?
Eceli neden yok sayıyorsunuz?
Ecelin rakibi olarak inşa ettiğiniz ölüm sektörünün, hangi personeli
ölümsüzlük sertifikasına kavuştu?
Savaşlardan direk veya dolaylı nasibini almayan canlı var mıdır?
En fazla sen nasiplenmişsin! Koptuğun insanlık güdüsünden dolayı
mutluluğun aslını yitirmişsin. Bu kaybını telafi etmek uğruna,
dünyanın huzurunu bozarak ölümü gündemden düşürmüyorsun. Böylece
rahatlıyorsun.
Siz, eceli öldüremezsiniz. Ölümü öldürmeye gücünüz yetmez. İnsanı
öldürmekle ölümü öldüreceğinizi mi sandınız?
Yaşamı öldürmeye varsınız ancak!
Sizin adınıza utanıyorum!
Utanmadığınızı görünce sizin adınıza ben kendimden utanıyorum.
Tarihe kalmakla, kötülükle de olsa hep anılmayı canlılık
bellemişsiniz. Doğa buna izin vermez, onda açılan yarayla herkesin
adını silecek kadar öfkelidir. Bütün isimleri ve cisimleri silecek
yeterliliktedir. Nerde olsan yakalar? Bütün dünya sana diz çökse de
o, itaat etmeyecektir. Onun kitabında itaat yazılmaz.
Peki, haksızlık yapma hakkını neye dayandırıyorsunuz? Hangi hakla
haksızlık yapıyorsunuz?
Yedi milyar insan, doğaya haksızlık yapmayı bir hakka çevirirse
hayat mı kalır?
İnsansın insanlık suçu işliyorsun. Hangi canlı kendisi olma suçunu
işlemiştir, kendisi(insan)olmak insan için suç mudur?
Ölüm sektörünü daha işlevsel kılmak için ekonomiyi, politikayı, ordu
ve diplomasiyi tüm hırsınızla yaşamın aleyhine çevirdiniz.
Bütün belalı başarılar uğruna, dünyanın zekâ rezervini ve dahilerini
tuzağa düşürdünüz. Hepsini bu yöntem sayesinde başardınız.
Hani(!) yoksayma yöntemi işe yaramıyordu?
Asıl, bunu söylemek işinize yaramıyor…Yaptığınız haksızlıkları göz
göre göre yok saydırıyorsunuz.
Demek ki, yaşantımız yoksaymakla karartılıyor. Oysa bu yöntemi
yapıcı ve yaşatacak başarılar için sınayabiliriz. 7 günlük iş
gününden gelen karı yok sayalım. Denemeye var mısınız?
Savaş duygu kirliliğine sebep oldu, hepimizin duyguları
kirlenmiştir. Çocukluğumuzdaki orijinalitemiz kalmadı, onun aslı
bozuldu. Biz eski biz değiliz. Bize tuhaf şeyler oldu. Evrensel
hafızayı yaratırsak, kayıtlarda neşeye rastlayabiliriz.
Bilincin kapanına kıstırılmış güdü ve duygularımızı serbest bırakıp,
onları orijinal yaşayabiliriz. Bütün doğallığımızla…Duygu
kirliliğinden sıyrılabiliriz.
Deneme yanılma da, yöntem bilimde bir yoldur.
7 gün deneyelim. Hayırlı olmazsa yanıldığımızı görürüz. Denemeden,
yanıldığımızı anlayamayız…
Bu bir iş yatırımı değildir. Risk derecesi sıfır bir sınavdır. Kimse
iflasa uğramayacak. Dünyaca zeka testinden geçeceğiz. Hepsi bu!
Buna ayıracak vaktin var mı?
Zamanla neden yarışıyorsun? Mutlu olsan, o senle yarışacak. Bu hırs
ve aç gözlülükle nereye…?
Ölmeyeceğini mi sanıyorsun? .
”Dünya malı dünyada kalır” mış. Bu amaçla gezegenimizi tarumar
ettikten sonra, cennetin yolunu kollayabilir misin? Dünyayı
cehenneme çevirirsen hangi Tanrı seni cennete alır?
Bunca doyumsuzluk nedendir? Milyarların ve binlere yetecek servetin
var. Sana yetmiyor mu? Onları tüketmeye ömrün yeter mi? Ömür satın
alabilir misin? Mümkün olsaydı senden öncekiler satın alırdı. Sana
zırnık bırakmazdılar. Tarihin ilk zengini sen değilsin ki…
Çocuklarına bırakacağın en tükenmez miras dünya barışıdır. Bu
zenginliği hangi zengin miras bıraktı?
Tüm zenginler gibi sende geçicisin. Öleceksin! Bunu yoksaymakla
hayatını motive edeceğine, savaşları yoksayarak moral ve heyecanı
varlığından yarat. Yoksayma senin varlığına yalvarsın, varlığın yok
saymaya kapılmasın.
Servete katliam katarak servet büyütmek, adil yaşatmaz.
Diyelim ki, insan ömrü 200 yıla uzadı. İnanmazsın, değil mi? Hemen
gerçeğe başvurup nihayetinde ölümlü olduğunu kendi kendine
kabullenirsin. Bir kıyak ta varsayımdan gelsin! varsayalım, ömür 500
yıl olmuş! Dünya savaşlarına yaptığın masraflar, çıkardığın bölgesel
çatışmalar, iç kargaşaların maliyetini açıklar mısın? Sanırım, bin
yıllık ömrüne yeterlidir.
Taş çatlasa 150 yıl yaşayacaksın. Uzun ömürler dilerim ama ölüm
benim kadar cömert değildir.
Savaşları organize edenler hep yaşlılardır, neden?
Ölümden kaçmayı çevrene ve dünyaya neden yansıtıyorsun. İnsanlar
arasında ayırım yapmıyor o. Salt sana degil herkese geçerlidir.
Ölümden kaçma isteğin başka ölümlere neden sebep oluyor? Nasıl
ölmeme isteğin varsa, tüm insanların da ölmeme isteği vardır. Herkes
bu isteğini öldürmek biçiminde dışa vurursa, yaşayacağını mı
sanıyordun? Ölüler, önce seni öldürmüştü.
Demek ki,
çok az insan ölüm korkusunu şiddetle dışarıya vurur. Diğerleri,
hayatın gerçekliğine razıdır. Sende razı ol. 7 gün, savaş planları
yapma! Göreceksin, insan insana düşman olmazsa ölüm korkusu hayattan
çekinir. Etkisiz kalır. Doyumsuzluğunu ve hırsını körükleyen ölüm
korkundur. Aksine, çeyrek mantıkla düşünen, ömürlük ihtiyaçların
maliyetini kolayca hesaplar.
Ölümü hatırlatmakla kimsenin yaşama şevkini kırma niyetinde değilim.
Bilakis, hayatın düşmanını teşhir etmeye uğraşıyorum. Savaşlar
hayatın düşmanıdır. Doğanın ve insanın, evrendeki dengenin
düşmanıdır. Savaşanlara değil savaşa düşman olalım! Savaşın
mantığını öldürelim
Sınırsız ömür olunca sınırsız imkânlara ihtiyaç doğabilir. Ömrün
sınırsızlık talebini, sınırsız imkan yaratarak karşılayamayız.
Bir ömrün maliyetini savaş karşılayamaz. Öldürmek, ömrün maliyetine
güvence olmaz.
Politikanın ibresini, ömür politikasına ayarlayalım. Bir insanın
ömrüne gereken imkânların miktarı ne kadardır? Bir ömür neyi harcar?
İnsan ömrüne göre plan yapalım.
İstediğin kadar harca, tüket, dünyanın manevi olanakları artınca
masrafların azalır. Fiyat rejimini belirleyecek yeni faktörler
devreye girer. Ucuz yaşatırsan ucuz yaşarsın. Borsa endekslerini
dalgalandıran üretim midir? Sende biliyorsun ki, manevi kargaşadır
iniş çıkışları dalgalandıran.
Şimdiki fiyat rejimleri savaş mantığının rakamlarıdır. 7 gün
etkinlikleri tamamlanırsa 8. günde belirleyici olan rejim, ortak
zenginliktir. Ortak zenginlikteki kastım, manevi yeterlilik hatta
manevi fazlalıktır. Kimsenin gözü malında yok, korkma! 8. günde
emeğine saygı daha da artacaktır.
Manevi fazlalığı gezegenimiz hiç yaşadı mı? Belki de mutluluktan
korkuyoruz, yanlış mı söyledim? Başkalarına zararı olmayan
mutluluktan söz ediyorum. Zararsız mutluluğu tarif edebilir miyiz?
Bunu tarif edecek kapasitemiz olsaydı, derdimiz kalmazdı. Bende
yırtınmazdım. Çünkü, barışı yaşayarak gelmiştik bu güne. Barış,
ihtiyaç olmaktan çıkmıştı.
Yaşamadığımız bilgi neye yarar?
Galiba, barış ihtiyaç olmaktan çıktığı gün, bu soru yanıtlanır.
Ölümden kaçmanın yolu hayattan kaçmaya eğilimlidir. Oysa, eceli,
silahsız ve kansız karşılamaya çoğumuzun cesareti vardır. Hayat
başladığından beri ölenlerin hiç biri ecele kötülük etmedi. Ölümü
ürkünç hale büründüren acıdır. Acı çekerek yaşamak cesaretimizi
kırar.
Mevcut durum utanç sayılmıyorsa utanmazlıktandır.
İstemediklerini yaşama acısı, kişiyi hem ölüme karşı hem de hayata
karşı korkaklaştırır.
Doğduğumuz günden beri hepimiz, istemediklerimizi yaşama acısını
çekiyoruz. Bunu biribirimize anlatamadığımız için acımız katlanarak
artıyor. İsteksiz yaşıyoruz. Yaşantımız isteklerimizden uzaktır.
İsteklerimizi yaşarsak, ölüm kimin aklına gelir. Mutluluk ölümün
beynini yıkar, onu aptallaştırır. Aptalın davranışlarından
etkilenmeyiz, ciddiye bile almayız…
Gerçeklik böyle olsa!
Acının tesirinde ne istediğimizi bilmiyoruz. Beynimizin içi,
dünyadaki kargaşaya benziyor. Ondaki defineyi keşfedemedik henüz. Bu
yüzden hep zor olana sürükler. Üstünde bulunduğu bedenden hıncını
öyle çıkarıyor. Çünkü sağlıklı değildir, acısı var. Mide ağrısı
yediklerimizin hazmını nasıl güçleştirirse, göz ağrısıyla
baktıklarımızı nasıl fark edemiyorsak, beyin acısı bizi bizden
koparıyor. Acının algı merkezi olarak doğal isteklerimize
odaklanmaz. Delilik budur işte!
Varsayılanın ötesinde, deliliğe salt cinsel bastırılmışlık sebep
olmaz. Doyumsuz bırakılan her güdü ve duygu beynin işleyişinde
tahribat yaratır.
Merak edince öğrenme güdüsüyle öğreniriz, cinsiyet güdüsü
karşılanmadığında strese sürükler, bir gün uykusuzluk çekince
sersemleşiriz, acıkınca en beğenmediğimiz yiyeceği
iştahla yeriz, güvenliğimiz olmayınca korkarız, soy güdüsünü insanca
yaşamazken geçmişimiz ve günümüzdeki gibi yıkıcı olan ne varsa
yaşarız.
Beyinde en büyük tahribatı, soy güdüsünü insanca yaşamamak yaratır.
Diğer güdüler buna bağlı olarak karşılanmamaya uğrar. İnsan güdüsünü
kurtarabilseydik, acı, kaçacak delik arayacaktı. Hiç bir güdü bizi
sızlatmazdı. Buna ortam bulmazdı.
Okun kullanılmasından beri en büyük darbeyi soy güdüsü aldı. Diğer
güdüler onun ardında sürüklendi, sosyalleşerek değiştiler. Zira tüm
güdülerin ve varlığımızın öncülüğünü soy güdüsü üstlenmiştir. Bunu
bilmedik.
Öncü güdü, insan(türdeşlik) güdüsüdür. İt itin etini yemez, derler
ya! İt, iti kendinden saydığı içindir. Türdeşlik güdüsü kendinden
saymaya yarar. Kedi kediyi bu güdüyle benimser, aksine fareyle
arkadaşlık kurardı…
Aidiyet duygusunu pekiştiren soy güdüsü, ait olduğu türe dair
benimseme, koruma, içtenlik ve sorumluluğu diri tutar.
Öyleyse, insanlık güdüsünü ezilmişlikten kurtarınca dünya huzura
kavuşur. Bu güdüyü kurtarmaya 7 gününü ayırabilir misin? Ancak böyle
olur. Bu güdünün huyunu bilirim, ayrımsız herkesle kaynaşmayı ister.
Yalnızlığı asla sevmez. Bakma, yalnızlığın övüldüğüne!
İnsan güdüsü ayakaltı olunca, yalnızlık sığınak oldu. Çünkü güven
kalmadı.
Tüm bombalar, nükleer silahlar, teknik cinayetler, kimyasal silahlar
bu güdünün başına yağdı, tarumar oldu. . İçimizdeki duruşuna bile
isyan ediyor. Bizi sevmiyor, bizde onu anlamıyoruz. İtin iti
kayırması, kedinin kediyi benimsemesi, yılanın yılana katılması
kadar insan insana katılmıyor. Bundan daha büyük facia ne olabilir
artık?
Durumumuzu delilikle izah etmek mantıklı mıdır? Karşılaştığımız
acıya kim dayanabilir? Hitler bile dayanamadı, intiharı seçti. Bu
güdünün isyanıydı ondaki.
Soy güdüsünden kaçış, insanlıktan uzaklaşmakla sınırlanmaz. Resmi
akıllık görüşünü meşrulaştırır ve şiddeti mantıklı kılar. Resmi
akıllılar idol olur, öykünme onlara doğru kayar. Bu resmiyetle,
akılıyla delinin yeri değiştirilmiştir. Ne delinin gözündeki akıllı
akılıdır, nede akılının gözündeki deli delidir. Keşmekeş bir ölçüye
tabiiyiz.
Beynimiz mağdurdur. Zar ağlar eylemlerimize…
Dürüstlüğümüze yetebilseydik, yalan söyleyecek kadar yetersiz
olmazdık. Gerçeğimizi ve insan güdümüzü anlardık.
Cinsiyet güdüsü azınca ilişkiye gireriz, merak edince öğreniriz,
uyku basınca uyuruz, acıkınca yeriz, korkunca güvenlik isteriz,
peki(!) soy güdüsü için ne yapmalıyız? Hiç düşündünüz mü?
Güncel davranış olarak, deliliğimizi örtbas etmek adına ne kadar
şiddet varsa dadanırız.
Bu güdünün eksikliğinden dolayı kimyasal silah, tükenmesine
ömrünüzün yetmeyeceği servet birikimi, savaşlar, sevgisizliği
yaşıyorsunuz. Hani(!) mutluydunuz!
Haklı olmayanlar mutlu olamazlar. Sevinçli olabilirler. Haksızlık
mutluluk hormonunu salgılatmaz. Mutluluk, haklılık hormonudur.
Haklılar ve dürüstlerde devinir. Haklılık ve dürüstlük, soy
güdüsünün aile ocağıdır. Barış güdüsünden kopanlar, dürüstlüğü
unutup haklılığı teperler.
Ya mutluyuz yada deliyiz(!) hangisiyiz?
Mutluluk, soy güdüsünün öyküsünde aranmalıdır. Önce can güvenliğimiz
olmalıdır, soy güdüsü nazlı kuş misali şiddetten ürker. 7 gün
mutluluğu arayalım, tesadüf olur belki, karşılaşırız onunla! Değmez
mi?
Acımızı anlarız. Acısını anlayanın acıyla bağı kopar, onu yaşamaz.
Acımı anlamaya başlıyorum artık. Fakat soy güdümü gönlümce yaşamak
istiyorum. . Bu güdüm, dünya barışı içinde çocukluğumdan daha
çocuksu olacaktır. Buna eminim…Çocuksuluğumun güvencesini istiyorum.
Vaz geçilmez isteğimdir bu. Bu yüzden, barışı kendime çok
görmüyorum. Ona layıkım…Ondan daha güzel yaşayacağımı biliyorum.
Hiçbir kişide insanlık duygusu yüzde yüz bitmez, sıfırlanamaz. Canlı
olması, onda rastlanır duygu izlerini gösterir.
İnsanın acısını çoğumuz hatta hepimiz his ediyoruz. Böyle his
edildiğini his ediyorum. Bütün sorun, ondan kurtulma yol ve
yönteminden çıkıyor. Dünyanın ortak acısı herkese sirayet eder. Buna
ülke, çevre ve kişisel şikâyetlerimiz eklenince içinden çıkılmaz
hale bürünüyor. Omuzlardaki acı yükünü bir an boşaltıp hafiflemek
isteriz. Yakıcı acelecilikle yıkıcılığa düştüğümüzü pek anlamayız.
Yıktıklarımızın acısı katmerleşip bize dönünce, anlarız ki kötü
yapmışız.
Kalıbımı basarım, Hitler’de bile kırıntı da olsa duyarlılığa
rastlamak mümkündü. Kırıntı düzeyindeki insan yanıyla sevgilisinden
ayrı düşmek istemedi, ölümünü ortak yaşamak istedi onunla. Ne var
ki, acısından kurtulmanın yolu olarak öldürmeyi ve nihayetinde
kendini öldürmeyi çare bildi.
Evrensel hafızada dünya barışı olsaydı, Hitler mi çıkacaktı?
Hitler’i dünya şartları oluşturdu…Onun gibi birisini yaratığı için
insanlık utanmalıydı. Utanmak, caydırıcı bir yöntem olarak
yaygınlaşsaydı, Hitler’in önüne set çekilebilirdi.
Engellenebilinirdi…
Bu gün olduğu gibi dünya dengeleri o zamanda karşıtlığa göre
mevzileşmişti. Karşıtlık felsefesi ve düşünceleri ortalığı kasıp
kavuruyordu. Geriye askeri stratejiler kalmıştı, onun hazırlıkları
tamamlanınca karşıtlar arasında gösteriş başladı. Herkes
karşısındaki karşıtı bahane ederek mazeret buluyordu. Öylece kolay
aklanmanın mantığına büründüler. Karşıtlığı büyük avantaj ve fırsat
sandılar. Karşıtlar curcunası yürürlükteyken, karşıtlık gereği kim
ne kadar gaddarsa amacına ulaşacaktı. Öyle davrandılar…
Bir sürü karşıt var, her biri, bir karşıtı bahane eder. Karşıtlık
terk edilmeyinceye dek savaşların besin kaynağı tükenir mi? .
Acılarımızı başka acılar yaratmadan, daha kolay yol ve yöntemle
çözemez miyiz?
Kolay yolu bulmadığımızdan dolayı kendimizden özür dilemeliyiz.
Giderek çevremizden ve dünyadan özür dileyelim. Hepimiz, çileyi
çekecek kadar kendimize saygımızı yitirdik. Duyarlılığımızı
aktarmamak kendimize saygısızlıktandır.
Konsensüslerle karşıtlığı aşmak olası değildir. Bu seçenek daha
ziyade ikiyüzlülüğe yarar. Uluslararası politikada iki şey paralel
dillendirilir. ”Ulusal çıkarlar ve dünya barışına katkı” söylemi,
ayrılmaz ikilidir.
“Dünya barışana katkı” diplomatik modadır. Yaşasaydılar, geçmişteki
diktatörlerin çoğu bu modanın işe yardığını anlar ve şiddetin
maskesi olarak hep vurgulayacaktılar. Öyle ki, önceliği
kaptırmayacaklardı.
“Dünya barışına katkı” işe yarıyor da, barışa yaramıyor. Neden?
Dünya bunu söyleyenlerin uzağında olduğu için mi? Ülkelerine
döndüklerinde dünyayı unutuyorlar mı? Kimin ülkesi dünyanın parçası
değildir? Dünya hangi ülkenin ülkesidir? Veya hangi ülkenin ülkesi
olabildi?
Barışa, dünya paydasında vurgu yapanlar evrensel duyguları ülkesinin
payına hortumlamaya mı uğraşıyor ?
Barış hortumlanıyor mu? Hortumlanmaya müsait midir? O denli
savunmasız ve kimsesiz midir? Sahibi olan şeyin vurgusu aleni
istismar edilir mi?
Öncelikle bu dolandırıcılığın teşhir edilmesi gerekir. Sahtekârlığın
söylem boyutunu deşifre etmenin kolay yolu vardır. Sözde
sahtekârlığın özde sahtekârlığa dönüşünü anlamak için dünyanın
resmine bakabiliriz.
Sömürülmeye müsait evrensel değerin insana katkısı olmaz. Her değer
kendini korumakla mükelleftir. Savunmasız ve aciz bir değerin
değerliliğinden şüphe duyulur. Veya onu algılama biçiminde sorun
vardır.
Algı biçimi, politik bedeninin çarpık yürüyüşüyle bağlantılıdır.
Uluslararası politikanın gövdesi, aksi adımlamayla milim
ilerleyemedi. Daha doğrusu, adım nedir bilmez. Adım öğrenilmemiştir.
Bir ayağını ulusal çıkar olarak atarken, diğerini, dünya barışı
biçiminde ona karşıt atar. Tersine atılan iki ayak gövdeyi ne
ileriye nede geriye çeker, gerer. Aksi davranan iki ayak yürütmez.
Hararete döner.
Konumda değişimi görmeyen beyinin sinirleri bozulur. Bu sinir
bozukluğuyla eline ne geçerse kullanır. Hayat yürümektir biraz.
Yürümediğini anlayan uluslararası politika, baktığı yere iter
kendini. Sosyal tarihin öğretisiyle çıkarlara güdümlenen gözler,
diğer ayağın karşıt yönünü görmez.
Uluslararası politika sürünüyor
Beden süründükçe politika sürünür, politika süründükçe insan
sürünecektir…Zira insanın iki ayağı, iki bacağı adım atmaya ayarlı
değildir…Buna hazır değildir. Adım tecrübesinden yoksundur.
Ulusal çıkar ayağı ile dünya barışı ayağı çelişik hareket ediyor.
İki ayak birbirinin aleyhine atılıyor. Gövdeyi aleyhte taşıyan
bacaklar beynin bütünlüğünü sağlamaz. Aksine parçalar. Beynin bir
kısmı bedenin arka yönde gitmesine ayarlıyken, diğer bölümü öne
doğru şartlanmıştır. Bedenin tüm uzuvları karşıt iki yöne
ayrılmıştır. Çünkü soy güdüsü bölük pörçük olmuştur. İnsan oluşumuzu
his edemeyiz.
Gözler, kulaklar, iki kol, burun ve ağız öne ayarlanmış ulusal
çıkarların denetiminde görev yapar. Tek ayaksa barışın
hizmetindedir, aksi yönde davrandığı için kulak dışında diğer
duyumların desteğinden mahrumdur
Bundan ötürü, sadece kulaklarımızla barışı yaşarız…Bize kalan,
devletlerin bedeninden müteşekkil resmi papağanlara kulak
kabartmaktır. Rutin söylemler, algı eşiğimizi aşındırmıştır. Barış
söylemi, bir kulağımızdan girer diğerinden çıkar. Beyin onu
ağırlamaya(konuklamaya) müsait değildir. Beynin tavanı, kapısı,
penceresi bütünlüklü örtüşmemiştir. Harabeye dönüşmüştür. Duvarlar,
zemine aykırıdır. Ayakta tutmaya elverişsizdir.
Gezegenimizin selameti iki ayağın uyumuna bağlıdır. Uyuma ayarlanmış
ayaklarla adım atabiliriz. Yürümeyi öğrenebiliriz. Hayat yolunda
yürümeyi öğrenemedik henüz.
İnsan yürümeyi öğrenecek mi? Bu yürüyüşü kim öğretecek? Bize kim
öğretmenlik yapacak?
Uluslar, toplumlar ve devletler barış fobisinden çıkacak mı? Aynı
yöne ne zaman bakabileceğiz? Ortak hedef belirlemede kimin desteğini
alabiliriz? Hangi uluslar arası kurum bu yeterliliği adaydır?
Birleşmiş Milletler, ortak yön belirlemeye duyarlı olacak mı? Buna
gönlü var mıdır? Hangi kurumdan medet bekleyeceğiz?
Gördüğümüz her birey parçalı kişiliktir. Yetiştiği ortam gereği öyle
olmak zorundadır. Parçalı kişiliğimizin dışa vurumu olarak
bütünlüklü bütünlüklü algılarız. Yani parçalı bakışımızla bütünlüklü
insan görürüz. Çünkü karşılıklı olarak karşıtlığa dayanıyoruz.
Karşıtlı bakışla çatlaklarımızı doldurup örtbas ediyoruz. Hafızamız,
kandırma ve kanmaya göre oluştu. Yerleşik hayat, karşıtlığın
öncülüğünde kurumlaştı. Mantık, karşıtlı sosyalite ile belirlendi.
Toplumsal denge öyle sağlanmıştı.
Sosyal denge, tarih boyunca karşıtlık üzerine kuruldu. Denge bir
cismin(nesnenin), bir bitkinin veya insanın yaşamsal istikrarına
denk düşer. Dengenin felsefi tanımı, amaca uygun tutarlılıktır.
Dengesiz bir nesne veya canlının alışılagelmiş doğal uyumu
beklenemez. Sosyal varlık olarak insanın toplumsal ve bireysel
olarak uyumlu hayata kavuşması içsel bir dürtü gibidir.
Doğal dengede irade yoktur. Çünkü bilgi biriktirme yeteneğinden
yoksundur. Doğal denge dediğimiz olgu, doğa üzerinde bulunan bitki
ve canlı türlerinin istikrarıdır. Sosyal denge ise, insan soyunun
tüm canlı ve doğayla uyumudur. Öznesi insan olduğu için iradeye
dayalıdır, bu, sosyal birikimin temelini ifade eder.
İster günden geçmişe doğru gidilsin veya geçmişten güne gelinerek
sosyal hayatın tarihçesi irdelensin, karşıtlık önümüze dikilir.
Sosyal denge karşıtlığı bir dayanak yapmıştır, bir payanda gibi
karşıtlığa yaslanır.
Karşıtlığın tarafları ya kabile ya millet veya din ve ideolojiler
olmuştur. Karşıtlık, günümüzde yaşamda içselleşerek zihinsel ve
eylemsel ürünlerin dinamiklerini oluşturur. Hiç bir şey karşıtsız
yapılamamaktadır; öyle ki, karşıtlık sosyal üretimin motivasyonu
için ihtiyaç duyulan besin gibidir. Vazgeçilmez içsel bir organ gibi
hayati önemdedir. Karşıtını bulamayan adeta önemini ve varlığını
bulamaz.
Herkesin herkesten aldığı dünya, herkesin herkese verdiği dünyaya
dönüşebilir mi?
Her türlü dengenin en temel dayanağı biçimine bürünen karşıtlığın
sosyal bünyeden sökülüp atılması temel bir ihtiyaç maddesinden
vazgeçmek anlamına gelecek ki, tüm sorun, ihtiyaç karakterinin
niteliksel dönüştürülmesinde kilitlenmiştir. Yani sosyal ihtiyacın
nitelik değiştirmesi gerekir. Kısacası, karşıtsız yaşamı temel
sosyal gereksinim biçiminde hayata aktarmak gerekir. Barış böyle bir
ihtiyaçtır.
İnsanı şiddetle çözme geleneğini terk ederek huzurla çözme sürecine
geçeriz.
Konu gelip karşıtsız yaşam düzenin mümkün olup olmadığı sorunsalına
gelir, buda tarihsel bulmacadır. Bulmaca soldan sağa ve yukardan
aşağıya dolunca siyah kare olmaksızın çözüm anlamında örtüşecek mi?
Anahtar sonuç budur. Bu anahtara ulaşacak çözümlü kişilikler düzeni
yaşamda anlamını bulacak mı? Sonuç alıcı amaç budur. Dünyanın huzuru
nasıl sağlanacak?
Yaşantımıza yön veren ve planlayan bulmaca ustaları, 20. yüzyılda
siyah kareleri öylesine yaşantımıza ördüler ki, hiç bir çözüm huzur
ve mutluluğa denk gelmedi. İlginç olan 21. yüzyılın karşıtlı
beyinlerce planlanmasıdır. Bir devletin herhangi bir bölgede amacına
varması için önceden karşıtını yaratıp orda haklılık ve meşruluk
bulma mantığı, kamuoyunun kabul dayanaklarını yönlendirmek anlamında
önemsenir. Haklılığın gerekçesini bir karşı saldırıya bağlayıp
misilleme meşruluğunu oluşturarak, çıkar hesaplarına zemin bulmak
tarihsel şartlanmanın niteliğini gösterir.
Bu kültür üzerinde herhangi bir akademisyen “izafiyet teorisi” gibi
felsefi bir akım geliştirse bunu tüm dünyaya yutturması işten
değildir. Bunu aşma sorununa gelmeden önce, bu sürece nasıl varıldı?
Karşıtlığın tarihçesini irdelemek bizi katıksız ve geçmişinde saf
insan özü bulunan türümüzün sosyalite öncesi öyküsüne götürecek ki;
günümüzle o dönüm noktası arsındaki dengeyi aktaracaktır. Tam da bu
tarihsel dilime göre kişiliği ve zihinsel faaliyeti biçimlenmiş
Darvin”in doğal seleksiyon teorisini ele almayı zorunlu kılar. Çünkü
kanıksanmış sosyal mantaliteyi haklı çıkaran Darvin, büyük balığın
küçük olanı yeme ilkesini bir kader olarak benimsemeyi öngördü.
Aslında Darvin, karşıtlığa henüz başlamamış veya bulaşmamış dönemin
öncesini ve gerekliliğini aktarırken; o zamanki gerçekliğin
sosyalleşme başlamadan önceki türler arası bir durum olduğunu
belirtmekle sınırlı kalsaydı 19. ve 20. yüzyıldaki mantık sapmaları
erken görülecek ve analiz edilebilecekti.
Darvinciler geçmişten güne taşırılan bu hatayı fark edemedikleri
gibi onu pekiştirecek felsefi, sosyolojik ve ideolojik kurumlarla
siyasi iktidarlar inşa etiler.
Halbuki, insan türünde karşıtlık sosyalleşmekle birlikte
içselleşmiştir. Sosyalleşme öncesinde insan türü içinde karşıtlık
mevcut olmadığı gibi, buna yabancıdır. Fakat türler arası karşıtlık
sürmüştü. Bu doğruyu yadsımak mümkün değildir.
Toprağa yerleşim gerçekleşirken, klanlar başka klanlarla iletişime
geçtikten sonra sermaye; av ve birçok nedenle insan içine sinen bu
durum, öyle devam ederek bugüne geldi. İnsan bu durumu, hayvanları
gözleyerek onlarla mücadele ederek öğrendi. Bu sınırda, insanların
ilk öğretmeni hayvanlar olduğunu belirtebiliriz. Kısacası insan ne
öğrendiyse hayvanlardan öğrenerek bilinç sürecine geçti. Bugün
geçmiş yorumlanırken, geçmişe doğru gidişli yorumla geçmişten güne
gelen yorum arasında mantıksal sapmalar güncel farklılıklar
yaratabilir. Darvinci mantık, arada geçen tarihsel dönemi hesaba
katmadan ve bu zaman dilimini atlayarak geçmişin başlangıç noktasını
esas alıp, o noktanın öncesiyle düşünüp günü düzenlemeye
kalkıştılar. Günden geçmişe doğru bir yönelmeyi ve yorumu da hesaba
katsaydılar 20. yüzyıl farklı olabilirdi. Sosyal güdü karşıtsızlığa
erişebilirdi.
O günün canlılık sürecini günün sosyal süreçleriyle özdeşleştirerek
zıtların birliği ve çatışmasını kaçınılmaz bir hesapla sosyal
matematiğin formülü gördüler.
Doğal seleksiyon gerçekliği, sosyal seleksiyona yorumlanarak
güçlünün zayıfı ezmesi ve zamanla zayıfın güç toplayarak onu ezip
zayıf düşürmesini bir devrim kavramı ve devirme gerekliliği halinde
devrim teorisi formatına dönüştü.
Meşrulaşan sosyal denge mantığı, doğal seleksiyon teorisine göre
biçimlenerek karşıtlık temel dayanak yapıldı. Sosyal gelişim, adeta
sosyal izafiyet mecburiyeti gibi karşıtlık dinamikleriyle düşünüldü.
Şimdi karşı karşıya bulunduğumuz, bu zihniyeti, dayanaksız ve
payandasız bırakma sorunsalıdır. Yani karşıtlığın dayanaklarını
çözerek insan dünyasına sonradan giren bu karşıtlığa, sosyal dengeyi
yaslandırmadan çatışmasız ve çözümleyici ruh yapısını ortaya
çıkarmaktır. Bunun siyasal ürünü düşmansız bir gezegen olacaktır.
Bu konuda yeterlilik göstermek, kendini aşmak ve mevcut bilimlere
çözümlenebilinir inancıyla yaklaşıp insan gaddarlığını işlevsiz
bırakmakla sağlanır.
Yerleşik dengenin tüm kabulleniş doğrularını bağımsız ele alarak
insan dengesini onlara göre sonuçlandırmak, mantık tıkanıklığını
beraberinde getirir. Çünkü insan onurunda hem yeterlilik hem de
karşıtsızlık vardır. Onurunu bulmuş bir kişilikte düşmanlık aşılmış
demektir. Onurda karşıtlık yoktur.
Aslımızı nasıl terk ettik? Onursuzluğu sürdürmek aslımıza uyar mı?
Aslına uygun yaşamayan tek canlı insandır. İnsan olmak bir sorun
oldu. İnsan zekasını onun aleyhine çevirecek kadar aptalsınız.
Karşıtlık soy güdüsünün ruhunu öldürdü, canı kaldı.
7 gün komiteleri bu kalıntı mantığı dağıtabilir. Güncel mantığın
mekanizmasına çomak gibi sokularak çarkı işlevsiz kılabilir.
Yoksayma yöntemini 7 gün karşıtlığa karşı kullanalım.
Yoksayma yöntemi, var olan her şeyi yok saymak gibidir. Fakat kişi
hak ve özgürlüklerini kapsamına almamalıdır. Haklarını yok sayarsan
kişileri de yok sayarsın. Canlılık gereği bu mümkün değildir.
Hakları yok sayılan canlıların tablosu günlük gözümüzün önündedir.
Hakları yok saymakla fiziki varlıkları yoksayamazsınız, çünkü
ölmemişlerdir. İkisini savaşlar yapar ancak. 7 gün bu tabloyu gözden
uzak tutalım.
Karşıt durmaya utanmıyor musunuz? Hayata karşıt olmak…! ne büyük
gaflet!
Milliyet, cins ayrımı ve sosyal sınıf anlayışına göre işleyen
beyinlerin mutlaka bir antisini bulma ve bulamayınca onu arayan
sefaleti tarihe karışmalıdır. Yürekten gelen coşku ile hayatı görüp
çevresini ve ilişkilerini sonsuzluk üzerine kuranlar, onur üzerine
sosyal dengeyi inşa ederler. İnsan dehasını bularak, zekâ
kapasitesini mutluluğa erdirecektir. Karşıtlığa bağımlılık ve
bağışıklık terk edilir.
Bunalımlı düşünerek dünyayı planlayıp, ulusal sorunlar, din
sorunları, sosyal sorunları çıkmaza sürükleyerek, bundan rant
çıkarmaya yeltenmek ve bunun için hayali düşmanlar yaratma
mecburiyetine girişmenin sebebi böylece anlaşılır bir durumdur.
Var olmak ve varlığını sürdürme isteği, aleyhte yaşama
mecburiyetinden kurtularak düşmansız kalma sevincine bürünür. Yani,
ille de birilerinin aleyhinde yaşama takıntısı ve tedbiri ortadan
kalkar. Var olma sevinci kişisel boyutta ne kadar önemliyse
karşıtsız devlet o denli içte ve dışta sürükleyici olur. Aleyhte
kalma ve yaşama mecburiyetinin içsel dinamiği kalmaz.
“İnadına yaşamak “biçiminde ifade edilen, aslında bir karşıtın
inadına yürütülmek istenen karşıtlıktır. Öz yaşamsal hedeflerden
ziyade, karşıtın inadına bir yaşamı planlayıp sırtını ona vererek
yaşam dengesini kurmaktır
Kendimize aykırı yaşıyoruz. Düz yaşadığımızı mı sanıyordunuz?
Yaşamı anlamlı ve amaçlı kılmak için mutlaka birilerinin veya
başkalarının amacına karşıt kalmayı sürdürmek aleyhte yaşamaya
duyulan gereksinimdir. ”Karşıtım öyle yapıyorsa tersini yapmalıyım”
anlayışı sürgit amacı belirler. Ulusal ve uluslararası politikada
aynı alışkanlık etkilidir. Aleyhte bir devlet olmak veya aleyhte bir
halk veya aleyhte bir parti kalmak bu tarihsel kör mantıktan ileri
gelir.
“Önce karşıtım barışmalıdır” direnci, dünyanın anlaşma mantığına
sızdıkça yayılmıştır. Bilinç duyguların aleyhine dönüştü.
Derin devlet karşıtlığa sığınarak yuvalanır. Derin devletlerin
sığınağı bu karşıtlıktır.
Sosyalist sistem ne yaptıysa burjuva egemenlik tersini yaptı. 20.
yüzyıl aksisinin aksini yapmakla geçti.
Karşıt amaçları engellemek uğruna düzenlenen suikast ve entrikalar,
politikanın ve politikacıların kişilik düzeyini açıklayan bir
durumdur. Özellikle son dönemlerde bir politik hamlede bulunmak için
şaibeli suikastlarla denge değiştirme manevraları, karşıtlığın
çözülmesini acil kılar. Karşıtlık, barışmayan yanımızdan güç alır.
Uluslararası stratejilerde iddialı olan güçler öylesine yıkıcı
davranmaya yeltenirler ki, bir denge uğruna alakasız ve ilgisiz
hedeflerle kamuoyu tepkisini ya törpülemek veya tepkiyi
alevlendirmekle amaçlarına ulaşmak isterler
Yaşamın mevcut dengesi karşıtlıktır. Bunu çözümlü bir dengeye
evirmek gerekir. Kendi kendine eşitliğin kimseyle karşıtlığı kalmaz.
Çözülmüş karşıtlık, dayanaksız bırakılmış düşmanlık dengesi olup
kişilikli çözüm demektir. Karşıtlı bilinç anlamını yitirir.
Karşıtsız bilinç gelişir. Bu, bilinçaltının çözülerek sonuçlanması
demektir. Lakin tüm karşıtların önce karşıtlığa mola vermesi
gerekir.
7 gün karşıtsız kalalım. Kimsenin aleyhine atıp tutma ortamı
bulmayacağız. Kendi buluşumuz olmasın mı bu? Kendimizi bulmaya
götürecek yolda neden yürümeyelim?
Evrensel hafıza karşıtlığı aşarak oluşur.
Kolektif ve bireysel hafıza çatışıksa, karşıtlı kişiliğe bürünürüz.
Hafızamızda kavga var. Bu yüzden gündeme kavgalı yaklaşırız.
Kişiliğimizi barışık bütünlüğe erdirecek dünya şartlarına
kavuşmadık. Kendimizden başlayarak, aile, çevre, ülke ve dünya ile
kavgalıyız. Çağın global niteliği işimize karışınca barışmamayı
global sürece taşıdık. Zira hepimiz bir güdü eksik yaşıyoruz. Bu
güdü yoksunluğu global yaşantımızın global kurumu olan Birleşmiş
Milletlere de yansımıştır. BM örgütü de barış güdüsünden mahrumdur.
Barışı, bir güdünün politik arenadaki devamı olarak benimsemedikçe
anlayamayız. Görmek bir yana yüzünü bile göstermez. Bir olguyla
iletişim kurmak, onu, isabetli tanımlamak ve iyi tanımakla olasıdır.
Doğru anlam yüklemediğimiz şey, anlamına memnun olduğu ortamlar
arar. Bize uğramaz.
Türdeşlik güdüsü olarak, soy güdüsü, insanlık(insan) güdüsü
biçiminde evrime uğrayan aidiyet, barış güdüsüne evirilmiştir. Barış
güdüsü biçiminde varlığını sürdürmeye cebeleşiyor. Aidiyeti barış
biçiminde tanımlamadıkça, insana aitlik paydasına kavuşamayız.
Vaktinde bu güdüyü gündemleştirebilseydi Freud, sürgüne uğramayacağı
gibi, ikinci dünya vahşetini önleyebilirdi.
Tarihin ve çağımızın barış sorunsalı, bu güdünün geçirdiği
felaketler sürecindedir. Salt politik ve ekonomik argümanlarla
durumu kurcalamak fayda getirmedi. Bilimin yaklaşımlarıysa tekrarla
sınırlıdır. Etik yakınmalar ve şikâyetler duyguları okşayabilir.
Mesele ne bilinç, ne mantık, nede duyguyla açıklanır. .
İşe güdü boyutunda girişmenin vakti çoktan geçti.
“Dünya barışı” söylemi yerine, Birleşmiş Milletler Örgütü, barış
güdüsünü yaşatalım ve yaşayalım, ifadesini yaygınlaştırırınca, tüm
bilimleri peşinde sürüklemesi işten bile değildir.
Bir söylem ilgili olduğu güdüyle bağlantı kuramazsa, hiç bir
duyguyu, aklı, mantığı ve isteği harekete geçiremez. Tankları,
füzeleri, nükleer silahları, biyolojik silahları harekete
geçirebilir ancak.
Barış güdüsü kıyımlar, yıkımlar ve felaketler geçirdi.
İnsanlık, maruz kaldığı doğa ve çoğu sel felaketlerini kolayca
unutulabilir. Kimi doğa felaketlerindeki kayıplar savaş felaketinden
fazla olmasına rağmen lafı edilmez. Fakat barış güdüsü, insandan
gelen kıyımı asla unutmaz. Çünkü aidiyet ihanetine uğramıştır.
İhanetin tanımı aidiyet suiistimalidir.
Dünya barışını dillendireceğimize, barış güdüsünü onarma talebi daha
tesirlidir. Politize olmuş tek güdümüz budur. Politik çarkın
mekanizmalarına eteğini kaptırmış güdüdür bu.
Barış, artık politik güdüdür. Politik kapışmalar bu güdünün
yoğunluğuna endekslidir. Eksikliği ve durumuna göre politik düzey
belirler.
Soy güdüsünü haysiyet, vicdan, dürüstlük, vefa ve utanma duygusu
diri tutar ve besler.
Olof Palme’yi o denli sevdiren özellik, dokunmama siyasetini
gütmesindedir. Palme, insana dokunmadı. Yaşantısı sıradandı. Barış
güdüsünün tam kapasite yoğunlaşmasıyla bu sıradanlık kazanılır.
İşte(!) Olof Palme’deki cevher.
Kolayı başarmak çok kolaydır, kolay tarafından düşünürsen, al sana
kolay!
Palme kolay yaşadı, zorla öldürüldü. Palme’nin ölümünü, ancak dünya
barışı açığa çıkarabilir. İnsanlık güdüsünün şimdiki düzeyi bunu
başaramaz.
Palme’nin kavuştuğu barış güdüsü düzeyine erişince, öylesine kolay
yaşayacağız. Mutluluk kolayın içindedir.
Kolay düşünmeye 7 günümüzü neden ayırmayalım? Sinirlerimizi
dinlendireceğiz. Adeta sinir tatili yapacağız.
7 gün rahatça düşüneceğiz. O gün savaşlar olamayacağından güvenlik
sorunumuz kalmayacak. Cinayet haberlerini duymayacağımız için
incinmeyeceğiz. Zekâmız dâhilerden farklı olmadığımızı anlatacak. .
Şimdiye değin türümüzde karşılaşmadığımız özellikleri keşfedeceğiz.
Bu keşif, farklı buluşlara bizi sürükleyebilir. Olasılıklar
dahilinde ”olabilir, ebilir, ağabeyler…” gibi çekinerek tamlayıcı
kelimelerle cümlemizi kapatacağımıza; kesin yargıların sahibi olarak
yazıya son noktayı koyacağız. Konuşmak gereksizdir artık, herkes
mutluluğuyla meşgul olsun(!) diyeceğiz!
Ürkek barış güdüsünü böylece aramıza çekip evcilleştirebiliriz; o
bize biz ona alşırız. Sembollere gerek yok diyecegiz; kanatsız
güverciniz.
Halimize, ağaçtan derman arayacağımıza, güdümüze yaslanarak antik
kentler arayacağız. Zeytinin yetişmediği bütün ülkeleri dolaşacağız.
Zeytin vermeyen iklimleri sıcaklığımız ısıtır.
Biribirimize ait olduğumuzu his edeceğiz. Ortak şeyler düşündüğümüzü
kavrayacağız. Güvenin yüzüne bile tükürmeyeceğiz, korkudanmış, ona
duyduğumuz ihtiyaç. Çünkü bizden olan potansiyele (barış
güdüsüne)ilk kez erişmişiz.
Bütün bunlar, 7 günü örgütlemekle mümkündür.
Dünyayı barışık görelim!
Barışık dünya için zekamızı sınayalım. Zekâmız barışmaya yetmiyor
mu?
Barışı, ortak bir sorunsal olarak yaşayan herkesin onu bireysel
sorununa dönüştürmek dünyaca paylaşımdır. Yemek, içmek ve solumaktan
daha öncelikli bir ihtiyacı kendi aramızda temin edemezsek neye
yararız?
Yemek, içmek, solumak ve benzeri taleplerimizi doğadan karşılarız.
Dolayısıyla fazla zorlandığımız söylenemez. Barış ihtiyacımızı
insandan temin ederiz. İnsan ilişiklerinden sağlayacağımız zaruri
gereksinimdir.
Doğa bizden önce oluştu, bizi var etti. Bütün ihtiyacımızı
karşıladı. Üstelik zekâdan yoksundur. Bu akılsız haliyle çok şey
bağışladı bize. Peki(!) en temel gereksinim olan barış ihtiyacımızı,
kendi aramızda neden karşılayamıyoruz?
Doğadan mı bekliyoruz?
Aramızda kalsın ama doğa barışı getiremez. . Barışın, arz ve talebi
insandır. Öznesi de malzemesi de insandır. Bundan dışında rezervi
yoktur.
İşte böyle!
Tanrıları yaratan insan, barışı yaratamıyor!
İhanetin kapsamını genişletmek zorundayız. Mademki global
dönemdeyiz, tüm insani değerlere global ölçülerle yaklaşalım.
Savaşları, global ihanet saymazsak evrenselliğimiz safsatadan ibaret
kalır.
Kendimizi ait gördüğümüz çevrenin ölçülerine sadık kalmakla
aidiyetimizi onaylarız. Bunu gönül rahatlığıyla benimsenmek isteriz.
Çevrenin ölçüsünü çiğnersek, ihanet etmiş sayılırız. Adımız haine
çıkar.
Mensubu olduğumuz dinin, ulusun veya düşüncenin hatalarını uluslar
arası platforma şikayet edersek, aforoz ediliriz. İhanet etmiş
sayılarak, dışlanırız. Çünkü, aidiyetin kırmızı çizgisini aşmışız.
Zaten, politik ifade olarak kırmızıçizgi aidiyet sınırıdır, çittir.
Kırmızıçizgilerden yoksun aidiyet, sınırsızlık duygusu verir.
Affınıza sığınarak, retorik uyum adına, buna, yeşil çizgi diyelim.
Kabul mü?
Arkadaş(!) ben renksiz aidiyet istiyorum. Böyle olsaydık af
dilemeyecektim. Bağışlanmayı bekleyen kusurum olmazdı.
Globalizm, aitlik kusurlarını düzeltmeye yetersiz kaldı.
Yerleşik hayattan başlayarak aidiyet, aile, klan, feodallide ve
nihayetinde ulus safhasına vardı. Giderek alanını genişletmeye
yeltendi. Bocaladı.
18. yüzyıldan itibaren ulusal aidiyet siyasallaştı. Devlete dönüştü.
Ulusallığın sınırlayıcı boyutunu algılayan sosyalistler, düşünceyle,
buna aşama kaydettirmek istediler. Ulusallıkta tıkanan soy güdüsü,
enternasyonalizmle aşılmak istendi. Emeğin paydasında
uluslararalılık geliştirilmeye çalışıldı. . Oysa soy güdüsü
sermayedarları de kapsar. Çünkü insan olan herkes bu güdünün
kapsamındadır. Bu, insan güdüsüdür.
İç güdüler ayrımı sevmez. Hiçbir ideoloji, güdülerden daha ısrarcı
olamaz. Güdülerden daha ağırlıklı ve hâkim olmaya kalkışan düşünce,
şiddete dönüşür, dönüşmek zorundadır. Başka türlü, güdülerin sesini
kısarak baskın çıkamaz.
Ulus safhasında kör düğüme uğrayan soy güdüsü ırkçılığa bürünür.
Irkçının kişiliğinde boğazlanıp hiddetle dışa yansır. Irkçıların
şiddete tapmaları bundandır
Bu, can çekişen soy güdüsünün isyanıdır. Soy güdüsü boğazlanmaya
dayanamaz. Irkçıyı terk edercesine isyanıyla onu itekler. Bu itkiyle
ırkçı şiddetle dinmeye girişir. Genel söylemle ”Hitler’ de hiç mi
vicdan yoktu? ”sorusunun cevabı buradadır. . Hitler, bu güdünün
isyanıyla baskın gelen iç sızısını, dışarıda gördüklerinin vicdan
acısıyla değişmeyecek kadar içten baskılanıyordu. Vicdan, duyumların
algısıyla his edilir. Dışarıyı duyumlamaktan aciz olunacak kadar
içten baskılanan kişi, vicdanın sesini duyamaz. İç gürültüsü daha
baskındır.
Konumuz vicdanı aşan trajedimizdir.
Bütün mesele iç güdüyü global boyuta aktarıp onu, global barış
resmiyetine taşımaktır. Bu yaklaşım, çatışmaları def eder.
Çatışmasız ve kavgasızlığı benimser.
Kendimizi hiç dünyaya ait his ettik mi?
Yemin ederim, kendini dünyaya ait his eden bir köy, tüm gezegenimizi
baştan başa yenileyebilir…Böylesine kapsamlı aitlik, bütün
köylülerin zekasını dahiyane yaratıcılığa ve buluşlara sürükler.
Zekâmız aitlik menziliyle orantılıdır. Ona paralel işler.
İhanetin kapsamını aidiyet menzili belirler. Nereye aitsek orası
ihanetimizi sorgular. İnsana mı aidiz, ulusa mı, dine mi,
ideolojilere mi? Bizi sorgulayacak barışık dünyaya sahip miyiz?
İnsanlığın yargısı ne zaman galip gelecektir?
Bütün insanlığa ait olmanın menzilinde, ihanet ölçüsü ne olacaktır?
Doğada ve evrende açtığımız tahribatlar ihanet sayılır mı?
Şimdiki ihanetimizin kalitesi nedir? Aidiyetimiz hangi safhadadır?
Hangi yüzle dünya barışından söz ediyoruz? Barışı konuşmak
yeterlilik ister. Yeterli miyiz?
Bu günkü ihanetlerimiz, geçmiş için birer mucize idiler. Güncel
yaratıcılığımızın neye göre ihanet sayılacağını kestirmek ise
güçtür. Hayati olan şimdiki huzurumuzdur.
Barışsever yanımızı sevdirecek ve cazip kılacak yol ve yöntemlere
ihtiyacımız vardır. Varsaydığım 7 günlük etkinlik, kalıcı sonuçlar
yaratmayabilir. Belki de absürd karşılanır. Fakat dünya ile
barışmanın başka yolunu bilmiyorum. Herkes, planını ortaya koysun.
Mantıklı ve çözümleyici olan hangisiyse onun peşinde giderim.
Yalnız başıma dünyayla barışacağımı söylesem, hümanizmden rant
sağlamanın kolayına kaçarım. Dünya benimle barışmadıkça barışık
olamayız. Hiç olmazsa, barış isteğimle barışılmalıdır. Barış tek
taraflı değildir, karşılıklıdır.
Kendimi dünya ile barıştırmaya uğraşıyorum. 7 gün değil, tüm ömrümü
buna adıyorum.
Barış, ömürlük servet demektir. Serveti paylaşalım!
Bu paylaşımın öncülüğünü ancak, Birleşmiş Milletler örgütü yapar.
Böylesi daha kolaydır Barışa teşvik amacıyla bir hafta, dünya barış
tatili ilan edilmelidir. Dünya barışı için bütün insanlığı denemek
ve barış provasını yapmak kalıcı izler bırakır.
Şüpheniz mi var?
Denemek, denememekten daha yararlı olmaz mı? Ne kaybederiz?
Denememenin etkisi aşikardır, gezegenimizin güncel resmidir. 1
haftada resmimiz değişebilir!
Her ülkede bu yönlü çalışmalar yapılmalıdır. Dünya ile barışmanın
avantajları anlatılmalı. Savaştan ısrar edenleri utanmaya
zorlayalım.
Utanmak, soy güdüsünün uçurumunda, insana aitliği anımsatan gaipteki
sestir. Utanmanın sesi gaipten gelircesine yankı bulur. Gaiplik,
türümüze aitliğin kopuş aşamasındaki son andır. Bu anda silkinir,
kendimize geliriz. İnsan olduğumuzu hatırlarız.
BM’nin bu yönlü resmi karar çıkarmasına engel olacak ülkelerin,
sorumluluk duygusunu irdelemek mümkündür. Onları sorumsuz ülkeler
kategorisine dâhil ederek, insanlık vicdanında yargılayabiliriz.
Barışı ranta dönüştüren, söylemde pirim sağlamaya kalkışanların
niyetini açığa çıkarmanın başkaca seçeneği yoktur.
Samimiyetimizi sınayacağız. Bu süreç dünyanın samimiyet sınavıdır.
Katılıp katılmamakla samimiyetimizi göstereceğiz. Savaşanların
niyeti netleşecektir. Maske düşebilir.
Belki de hepimiz barışı istiyormuşuz da, eylem planından yoksunduk.
Belki de tüm dünya itirazsız iştirak edecek, kim bilir?
Bu ihtimali belirgin kılmak amacıyla ”7 gün komiteleri” kurulup
yaygınlaşırsa, peşin hüküm vermekten kurtulacağız. Ön yargıyla
suçlayıcı olmak sağlıklı değil. Bu süreçte, kimlerin dâhil kimlerin
hariç kalacağını bilmiyoruz. Fakat öğrenebiliriz.
Bir baktınız, savaşanlar hepimizden daha tutkulu davranırlar. Neden
olmasın?
Tarihteki savaşların çoğu barışla noktalanmıştır. İnsanlık savaşa da
barışa da yabancı değildir. Fakat global barışı sağlamaktan acizdir.
Bu doğaldır, zira evrensel hafızamız oluşmadı henüz.
Kolektif ve bireysel hafızanın barışık oluşumuna evrensel hafıza
diyebiliriz.
Evrensel hafızayı evrensel çalışmalarla geliştirebiliriz. Evrensel
güven eksikliğinden dolayı evrensel etkinlik tecrübemiz cılız kaldı.
Soyumuzun insandan korkusu azaldıkça evrensel güven artar. Korkunun
payına kaptırdıklarımızı ne kadar yontarsak güvene döner.
Eyleme dönüşmeyen istek keskin sirke misali küpüne zararlıdır.
Barışmanın küpü olarak isteklerimizi içimizde tutacağımıza, topluca
dışa vurmak dinginleştirecektir hepimizi.
Bu isteğimin gereğini yaptım, gerisi dünyaya kalmıştır, diyerek
rahatlayabiliriz. İçimiz ferahlar. Kendimizi suçlamaktan kurtuluruz.
Kurtulmak zorundayız(!) çünkü, hepimiz global ihanetin içindeyiz.
Kendimizden kaçışın itkisi aidiyet hissinin zayıflığındandır.
Dünyayla barışmakla, kendimize barışık kişilik yaratırız.
Kendimizi daha severek beğeniliriz. Barış kendini onaylamaktır
Barışı siyasallaştırma faaliyetleri sonuç vermedi, siyaseti
barışlaştırarak hayatı barıştırmalıyız. Duyguları politize ederek
soy güdüsünün temel besinlerini güvenceye alabiliriz. Vefa, dostluk,
sadakat, sorumluluk ve saygı böylece gerçekleşebilir.
Bilinç aşırı politize edildi. Duygular bilincin baskısı altında
inliyor. 20. yüzyıl bilincin en çok politize edildiği çağ olarak iki
kez dünya savaşına sahne oldu. Duyguların politize edilme
gereksinimi bu gerçeklikten kaynaklanır. Politize edilmiş duygularla
aidiyet güdümüzü besleriz. Soy güdüsü, her canlının ait olduğu türe
göre davranmasını belirler. Kendini onamaktır bu.
Bireysel onay bireysel sorumlulukların gereğine bağlıdır. Soy
güdüsünün toplumsallığı anlaşılırsa, onun, bireyselliğin ötesinde
evrensel talepleri olduğunu kavrarız.
Barış içgüdüsünü evrenselleştirerek, uluslar üstü kişilik serüvenine
yol katarız. Milliyetçi boğazlanmayı insanlığın utancı sayarız.
Bunun, insanlığa ihanet olduğunu o vakit anlarız.
Savaşmanın insanlığa ve evrene ihanet olduğu görüşünü paylaşmalıyız.
Bu ihaneti teşir etmek için açık diplomasiye başvuralım.
Yürürlükteki gizli diplomasinin çantası, kavga ve gürültüyle
dolmuştur. Bu gizlilik belalı başarıların okuludur.
Diplomatlar yıkıcı başarıların tercümanı olmamalıydı. Dünya hepimize
fazladır. İnsan ölüyor, dünya yerinde kalıyor. Dünya ölmez! Ondan ne
istiyoruz? Onu öldürmeye kalkışmakla kendimize zarar verdik. Bizi
bağışlamasını isteyelim. Yaptıklarımızdan dolayı özür dileyelim.
Doğa cömerttir. Aç gözlü davranmaz. Af istersek kin gütmez.
İnsanı kendimize rakip görerek doğayı rekabette çektik. Sonradan
fark ettik ki, düşmanlık serüvenine doğa da katılmıştır.
Şiddetli rekabeti terk edince evrenin hışmından kurtulabiliriz.
Savaş rekabetini ayıplayacak gönül rahatlığına, hepimizin ihtiyacı
var. Öylece şiddetsiz rekabetin zeminini yakalarız. Şiddetsiz
ekonomiyi benimseriz.
7 günlük hoş görü, utanç ölçümüzü değiştirebilir. Bu gün utanmadan,
sıkılmadan yaptıklarımıza o zaman utanabiliriz. Kendimize döneriz.
Şiddetsiz rekabeti yaratırız.
İlahiyatta, insanın topraktan geldiği ve toprağa döneceği vaaz
edilir. Gerçeklikte insandan hayata geldik, insana dönelim.
Biribirimize neden tiksinç kalalım?
Günün resmine bakıp, tüm insanları seviyorum, diyen yalancıdır.
Barışı sevmeyenleri nasıl sevebilirsiniz?
Saygı duyarız tüm insanlara. Saygıda istisna yoktur. Ama herkesin
sevilmeye layık olduğunu vurgularsak sevgimizin doğasında arıza
vardır. Saygı insan olma sevincidir. Bu sevinci türüme karşı
ayrımsız yaşarım. Bu içgüdüden dolayı savaşanlara da saygılıyım ama
onları sevmem. İnsanlığa ihaneti sevmem.
Barış ruh sağlığı demektir. Barışın yoksunluğunu baz alırsak hepimiz
hastayız!
Dünyanın çilehane-ye büründüğü durumda, sağlıktan söz etmek abestir.
Mutlu olduğumuzu mu kanıtlayacaktınız? Nasıl?
Kuzum! Duyarlılığı budanmış sevinçleri mutluluk mu bellediniz?
Duyarsızlık duygu körlüğü degil mi …?
Mutluluk kolaylıktır. Dokunmadan yaşamaktır kolay olan.
Duygu eksikliği kimi mutlu eder?
Soyumuzun mağduruyuz. Mağduriyetimiz canlılığımızdan gelir. Tarih
ötesi bir durum…Fakat her döneme musallat oldu. Eylemlerimizin
planına karşıtlık sirayet etmişti.
Nihayet karşıtlığa isyan edecek arifedeyiz. Tarihin bazı
birikimlerine sahibiz. Can alıcı bir düğümle başbaşayız. Ya savaşlar
bizi bitirecek ya da biz savaşları!
. Savaş bir buluş mudur? İcat mıdır? Kullanmayacağımızı bile bile
sırf şantaj mantığıyla teknolojiyi neden zorluyoruz?
Yaratığımız şeyler insanı yüceltsin, ezmesin.
Gerçeklikte kimse yaşama güvencesine sahip olmadı, bu hakka layık
görelim.
Barış üzerine söylenmedik söz kalmadı…Bir türlüde gelmedi. Ya ortak
istem değil veya ortak eyleme dönüşmedi
Oysa barışa yakışıyorum, barışta bana. Ondan bir eksiğim yok.
Sürü döneminde kayda değer kahramanlığımız yoktu. Fakat yaşamayı
beceriyorduk.
Düşünsenize, insan olma evrimini hayvanlar ele geçirseydi; filden
astronot çıkar mıydı? Kanguru nasıl pilot olurdu? Eşek deniz altı
yapabilir miydi?
Doğada ve çevrede görünen her ürün beynimizin eseridir. Hayvanlar bu
dünyaya tek çivi çakmadı. Demek ki, keramet beynimizdedir. Beyin
sayesinde evrimin avantajını ele geçirdik. Aklın evrimini
sürdürüyoruz. .
21. yüzyılın en ilerici hamlesi olarak hayvan partisini biz kurduk.
Onlar bizim için parti kurar mıydı?
Hayvanların gözünde kavgalı görünmeyelim. .
Hayvanların gözünde neden düşelim?
Atom bombası, nükleer silah, biyolojik ve kimyasal silahlar
hayvanların nezrinde değerimizi küçültüyor.
Size yalvarıyorum(!) hayvanların gözünde bizi küçültmeyin. Bunu hak
etmiyorum. Bizi insan bilsinler.
Biribirimizin gözünde değerimiz kalmadı. Utanalım!
Utanmak, insan kalmayı hatırlamaktır. Saygı, insan olmaya
sevinmekti. Sorumluluksa, insana ilgidir. Neden ilgisiz kaldık?
Savaşları neden kanıksıyoruz?
Utandığımız şeylere nasıl tahammül ediyoruz? . Kanıksama bir utanç
değil midir? Bu ayıbı kırmaya, 7 gün ayırmak lüks müdür?
Utanmayı eyleme geçirelim!
Kanıksamayı kırmanın tek yolu budur. Kanıksama insanlığın en büyük
ayıbıdır.
Katlanmak anlamına gelen bu durum, herkesten sıkça duyduğumuz ve
duyarak kanıksadığımız bir sosyal kanserdir. Psikanalizde, kişinin
terapiye gösterdiği direnme ve sınırlamalar sadece hesaba katılır.
Kanıksama hiç hesaba katılmaz. Bir engel olarak ta dile getirilmez.
Çünkü klinik analize başvuran "hasta" için hatırı sayılmayacak lüks
bir engel olarak görülür. Oysa bunun nedeni sayısal çoğunlukla
ilgilidir.
Bildiğimiz gibi kültürü belirleyen sayısal çoğunluğun baskın gelen
yaşam tarzıdır. Sayısal çoğunluk neyi doğal görürse o, normal ölçü
olur. Dünya da klinik analize gitmeyenlerin sayısı, gidenlerin
sayısından fazladır. Bu çoğunluk, ortalama kişilik yani az sorunlu
olarak tanımlana gelmiştir. Toplumsal çözümlemeyi politik olarak
hedefleme ufkundan uzak olan ruhbilimciler de bu kesime dâhildir.
Çözüm düzeyi olarak toplumla aynı kulvarda bulunan ve mesleki
ihtiyaçlarını manevi sanrıya bürüyen bu kesim, kendileri de aynı
düzeyde oldukları için kanıksamayı bir sorun olarak görememekteler.
Çünkü alternatif çözümleri olmamıştır. Bazı durumlarda çözüm
olduktan sonra sorun görülebilir.
20. yüzyıldan günümüze dek "böyle gelmiş böyle gider" mantığıyla
hüküm süren duyarsızlık bu sebebin sonucudur. Egonun, sınırlayıcı
kanıksamayla çizilmiştir.
"Değişmemek için ne yapabilirim" tedbiri, bu kanserin her türlü
ilişkiye nasıl nüfuz ettiği, rahatça görülebilir. Hiç bir şeyin
değişemeyeceğine dair inanç, yaşamın her alanına siner. Sebebi
dinlerdeki kaderciliğe yüklense de, bu, ucuz kurtulmanın basit bir
gerekçesidir. Kanıksama daha çok yüzyılın hastalığıdır ve en çokta
aydın kesimden yayılmıştır. Kişisel yaşamını garantiye aldıktan
sonra tıkanmaya girer. Avrupa yaşam ölçüsünde kalıbını bulmuştur.
Biraz şikâyet, biraz sızlanmayla duyarlılık gösterişinden sonra
inanamadığı toplumdan uzaklaşarak kişi, kabuğuna çekilir.
Kanıksayan kişi değişmezliğe inancını pekiştirir, çevresini de öyle
kanıksar. İlişkilerini de. Diğer yandan doğru görmediği bir
gidişatla günübirlik muhatap olur, mantığı buna el vermez.
Kanıksamanın özünde, gidişatı duygularla reddederken bilinçle kabul
vardır. Kısacası duygusal redde karşı bilinçle kabul durumudur
kanıksamak. Gündelik ilişkilerden, dünyadaki durama varana dek her
şeyin aynı biçimde tekrarı, onda inanç bozukluğuna neden olmuştur.
İşin kötü yanı, bunu tüm ilişkilerine bulaştırmasıdır. "bu dünyaya
bir defa geldin, neyin varsa harca" zihniyeti, sanılanın aksine
egoiste ait olmayıp kanıksayanındır. Egoist bir tırnağını bile
harcamak istemez.
Dünya nüfusunun çoğunluğu bu kişilikten oluşur. Bilgi sorunu yoktur,
fakat "herkes "sorunu vardır. Herkes öyle olduğu için o da zorunlu
olarak öyledir, tek savunması budur. Değişime kalkışmasının biricik
şartı gene "herkes"tir. Herkes değişirse o da değişmek ister. Yoksa
dünyada hiç bir şey değişmez. Hâlbuki bir kişi değişim şenliğini
tadabilse görecektir ki, kişi değiştiği oranda dünyayı değiştirmek
isteyecektir ve bir o kadar da değiştireceğine inancı artacaktır.
Toplumsal çözümleme basiretinden yoksun olanların bu durumu
algılamaları beklenemez.
Kanıksama vicdanımızı örseledi.
Kanıksayanın, duyum ve alımlama kapasitesi körelir. "Duymadım,
görmedim,
, bilmiyorum" maymunu, üçlü kanıksayandır. Ne okursa okusun, ne
yazarsa yazsın duyarsızdır, sadece işsizlik sorununu hal eder. Çünkü
duyguları ve bilinci arasındaki bağ kopmuştur. His dünyası
sınırlanmıştır. Düşmanlık kalıcı bir kaderdir ona göre.
Bilimdeki
gelişmeler beklenmedik oranda etkin olsa da, kanıksayan, onu absorbe
eder. Aslında onca bilimsel ilerlemeye rağmen sosyal huzur dünyada
kurulmuyorsa bunun tek sebebi bilim insanın, bilimi bu şekilde
absorbe etmesindendir. Yani, bilimle bilim insanı arasında
absorbasyon oluşmuştur. Bilgisel enerjinin bu haliyle yalıtımı,
insan soyunun giderek en büyüyen açığıdır. Kırıntı düzeyinde bazı
bilgi üretimi oluyorsa da bu, arada bir çıkan tek tük dehanın
eseridir, bir de iş kaygısından gelen mecburi üretimdir. Aksine,
dünyada binlerce siyaset bilimci mevcuttur, hemen hepsi de tüm kuram
ve teorileri okumuş ve biliyor, neden çözüm olamıyorlar?
Teslimiyetçilikle birlikte oluşan karamsarlık, egemenliğe siyasi
danışmanlık ve memurluğun kılıfını hazırlar. Güncel politika
kanıksanmayı aşmak için her keresinde bahaneler uydurur. Zaten dünya
liderlerinin hemen tümü kanıksanmaya bağışıklık kazanan sorumsuz
tiplemelerin birer örnekleridir. Bunlar kanıksatmayı esas alan,
mücadelenin yersizliğinden dem vuran, günü kurtarmayı en büyük
avantaj diye lanse ederek kitleleri uyuşturan çaresizlerdir.
20. yüzyıldan beri özgürlüğün pohpohlanmasındaki gerekçeleri iyi
kavramak gerek, çünkü özgürlük kanıksanmış sorumsuzluktur, hata
sorumluluğun zıddıdır. Bağımsızlık insan bağlılığıyla gelişirken
ilişkilere heyecan verir, insan bir amaçtır bağımsızlık için.
Özgürlüğe göre ise insan ancak ve ancak duyarsızdır. Bu ortamda
birey topluma, toplumda bireyi kanıksamanın kabuğunu bağlar.
Ondan dır ki özgürlükçü, kanıksadığının farkında bile değil, bir
sarhoş edasıyla doğrularını en güvenceli mutlak görür.
Kronikleştiği oranda, yaşamsal olarak dünya insanının biricik
doğrusu oldu. Kişilikler öylece kabuk bağladı. Buna karşı statükoyu
sarsacak bilimsel şenliklerden sakınma ve kapanma, değişmemenin
tedbirine sımsıkı sarılmayı getirdi.
Değişmekten korkan toplum ve bireyler, gelişmeye yol açacak
bilgilerden her zaman korkarlar. Çünkü bu değişimin onlarda nelere
yol açacağına dair tecrübeleri yoktur, yenilikle ve yeni doğruyla
başa çıkamama belirsizliği, çekincesi, onlarda daha çok inkâra
saplanmayı hızlandırır.
İnsana karşı idealini yitirmekle başlayan bu ruh durumu, güzel olana
tepki duyma ve güzelliği beğenmeme hastalığına dönüşür. Kafka
"Çocuklar kadar reformlar gerçekleştirmek isteyen kimse yoktur"
derken, idealini henüz yitirmeyen bu kesimin yenilikçiliğini
belirtir. Çocuklara ve gençliğe düşman kesilmenin sebebinde, güzel
isteklere duyulan düşmanlığın arkasındaki gerekçe için iyi bir
belirlemedir bu?
Kanıksak olmadığınızı mı savunacaksınız? Peki! Savaşanlardan
farkınızı söyler misiz? Savaşanlardan farkınız nedir? Savaşanların
sayısı savaşmayanların sayısı yanında denizde damladır. Deniz içinde
damlalar neden kaybolmuyor? Öyleyse tek farkınız, siz silahsız
savaşçılarsınız…Aksine utanırdınız!
Utanmak kendine tahammülsüzlüktür. İnsanlığa aykırı hatalarımıza
tahammül etmediğimiz için utanırız. Soy güdüsünün özneye tepkisidir.
Bu tepki eşliğinde kendimizi ayıplarız. İnsanlığımızı selamlamak
gibi bir şeydir bu.
Utanınca cesaretim artar. Kendimi yargılamanın kahramanı olurum.
Utanmak bunun için gereklidir zaten. Kendimizi yargılamanın
cesaretine nasıl kavuşacağız? Düşündünüz mü?
Kanıksamaya neden tahammül ediyoruz?
Dünyanın kişilik şartları savaşla eşitlenmiştir., . Yapılabilecek en
acil müdahale bu kişilik şartlarının heyecan ve coşkuya dönüşümüdür.
Kanıksamaya karşı tek çözüm, utanmayı politize etmektir. Kanıksak
bireyleri böyle canlandırabiliriz.
Uyuklayan ve uyuşan bir dünyayı uyandırmak, bağımsız ülke ve
bağımsız ulus safsatasını da çöpe atarak, yerine bağımsız kişilikle
oluşan dünya vatandaşını çözüme kavuşturur.
Monotonca tekrar eden hayat tarzı, mücadeleye pes etmeyi pekiştirir.
. İnsan, dünyasını ve ilişkilerini kişiliğine göre yorumlar.
Kanıksak kişilik, dünyanın da kanıksadığını kanıksar. Asıl kangren
budur. Tekrarlayan bezginlik ve hayat alışkanlığı zamanla tıkanmaya
yol açar ve kapanır heyecan. Heyecanın bittiği an, eskiye teslimiyet
ve yeniye düşmanlık başlar. Eskinin tekrarına bir kader olarak
sarılır. "tarih tekerrürden ibarettir" sözü, haklı bir kılıç gibi
kınından çekilir. Savaşlar meşru görülür.
Dualist kararsızlık, yukarda saydığımız nedenlerle belirginleşerek,
ne beğenme ne de beğenmediğini değiştirmemek ikiyüzlülüğüne neden
olmakla kalmaz. Red ve kabul arasındaki çalkantıyla sallapati ve
yetmezlikleri gerçekleştirmiştir. Toplumlar böyle buz tutu.
Bu buzun kırılışı ise kanıksanmanın kırılması savaşsızlığı esas
almakla olur.
Bütün gücümüzle kanıksamaya yüklensek, yok sayma yöntemiyle hayata
yaklaşamayız.
Mevcut durumu utanç görmüyorsak utanmazlıktandır.
Özümüzün yitimine gösterdiğimiz tahammülle ruhumuzun doğasını tahrip
ettik. Doğayı tahrip edercesine…çocuksuluğumuzu öldürdük.
Kanıksamayı hangi çocuğa öğretebilirsiniz?
Barışsız yaşamaktan utanalım. Utanmak soy güdüsünün bekçisidir,
insanlık savunmasıdır. Kanıksamaya tahammül edersek savunmasız
kalırız. Kanıksama bizi savunmasız bıraktı. Utanmak kanıksamanın
panzehiridir.
İnsanın insanı öldürme utancını dışlamakta ahlaki yaptırımlar
etkisiz kaldı. Ayıplamak siyasi yaptırım ve caydırıcılık
kazanmayınca, ruhani tepki silik kalır. Ayıplamak insan doğasına
göre en şiddetli tepkidir aslında. Bu tepki şiddete dönüştüğünden
beri, insan doğası aşılmıştır.
İnsanın en büyük ayıbı, ayıbı bilmemesiydi. İnsan ayıbı bilmediği
için kendisini bilmiyor. İnsan kendini kaybetmenin ayıbını ne zaman
görebilecek?
Utandırmak, insanin güncelliğini kendi gerçekliği ve doğallığı
karşısında ayıplamanın öze dönüş sürecidir. Herkesi kendi çocukluğu
karşısında öz yargıya kavuşturmaktır.
Asli savunmaya kavuşmak için utandığımızı ilan edelim. Öylece,
kanıksamaya engel oluruz. Hepimiz utanç içindeyiz zaten. Bunu neden
saklayalım? Utancımızı saklamakla ayıbımız katmerleşti, iki katına
çıktı. Varlığımızdan utanmıyorsak bu canlılığın direncidir, ruhta
marifet kalmadı.
“Utandırma büroları(Dernekleri)”nı kurup yaygınlaştırarak ruhumuzu
ve duygularımızı onaralım. Utanma duygusunu yalnızlığımıza
hapsetmeyelim. Yalnızlık bir utançtır aslında. İnsanlık güdüsünün
dibe vurmasıdır.
Utandığımızı açığa vurarak, toplumsal ayıpların üstündeki perdeyi
aralayabiliriz. Utanma duygusu ayaklanınca tufan koparır sessizce.
Ne kadar utanırsak o kadar da utandırırız.
Ben utanıyorum. Kendimden ve dünyadan utanıyorum. Hazırda utandırma
derneği olsaydı, üye olmak için yalvaracaktım. Öylece utanmayanların
içine çıkıp neden utanmadıklarını öğrenecektim. Utandıklarından
haberleri yok belki. Sözlerinde her ”ayıp” kelimesi geçtiğinde,
bunun utanma belirtisi olduğunu incitmeden ima edecektim. Tek
sorununuz “utandığınızdan habersizsiniz” diyecektim. Buna neden
olarak, kanıksamayı gösterecektim. Kanıksama, utanma duygusunu
kişiden gizlemeye uğraşır. Bu yüzden utancımızı fark edemiyoruz.
Utandırma dernekleri vasıtasıyla utanmayı örgütleyelim. Evrensel
platforma taşıyalım. Eminim, hepimiz utanıyoruz. İnsani yanımız
budansa bile canlılığımız sürüyor. Canlılığımız sürdükçe utanacak
çok şeylerimiz vardır.
Sadece mutlular utanmaz. Çünkü mutluluk bir utanç değildir. Ama
başkalarının yıkıntısı üzerinde sevinç çıkarmak ayıptır.
Mutsuzluğumuzdan neden şikâyetçi değiliz? Utanmıyor muyuz?
Utanma duygusunu ayaklandıralım! Birer utanma militanı kesilelim.
Hiçbir utanmaz buna dayanamaz, engel olamaz. Utanmazları utanmaya
teşvik ederiz.
Utandırmak pasif duygu değildir. En aktif hissimizidir. Yalnızken
bile yakamıza yapışır. Peşimizi bırakmaz, kararlıdır. Kişisel yargı
ve adalettir. Hiç bir avukat, senin utanma duyguna karşı seni
bağışlatamaz. O senin şahsi yargıcındır. Kimse onu ikna edemez.
Kararlılığı bundandır. Ancak ölünce kurtulursun ondan.
Hitler, utanma duygusuna yakalanmamak için intihar etti.
Yakalansaydı ona hesap vermeye gözü tutmuyordu. Gözü kesseydi
intihar etmeyecekti. Bu duygudan kaçtı. Çoğu intiharların nedeni
utançtandır.
Romantiklerin intiharı ise farklı bir protestodur. ”Bu dünya beni
hak etmedi”, ”beni hak etmeyen dünyayı yaşamak zorunda mıyım?
”anlayışıyla, hayatı kendileri için ayıp görürler. Yaşama ayıbından
kurtulmak için intiharı seçerler. Utanma duygusuna katlanmayı utanç
sayarlar. Bende aynı görüşteyim. Ama, intihar yaşamın zaferi
değildir. Yaşamın zaferi barıştır.
Dünyamı sizinle paylaşamadığım için kendimden utanıyorum. Kendinden
utanmanın ötesinde daha büyük acı ne olabilir?
Utanmanın ne denli tesirli olduğunu hangi vakit kavrayacağız?
Hepimizin utanacak anları olmuştur, bu hissimizden kurtulmak için
nasıl davranıyoruz? Hemencik, hatamızı düzeltmeye koyulmuyor muyuz?
Utanma, boynumuza tasma geçirip, kime hata yaptıysak bizi ondan özür
dilemeye çekmiyor mu? Boynumuza geçirdiği tasma, insanlık
duygusudur.
Ben kendimden özür diliyorum, kötü bir dünyada yaşıyorum çünkü.
Özrümü düzeltmek için utandırma derneklerinin kurulmasını
öneriyorum.
Böylece utanmayanların sayısı mı fazla utananların mı? Bunu
netleştiririz.
Utanma her derde devadır. Kanıksamayla onu uyuttuğumuz için yararını
görmedik. Onu uyandırmanın vaktidir. Tarih boyu hep uyukladı,
uykusunu aldı. Artık yeter(!) bundan böyle bize çalışsın. Yarar
sağlasın…Zor bir işi yok, az silkinecek içimizde;hepsi bu!
Utandırmak tarihin en etkin eylemidir. Henüz pratiğe geçmedi.
Çağımızda sarılacağımız tek kurtarıcı utandırmaktır. Bunsuz bir adım
gidemeyiz. Gidemeyeceğimiz aşikârdır. Diger duyguları epey
yıprattık, zorlandılar. Onlardan bir şey çıkmadı. Etkisiz kaldılar.
Utanmayı zorlarsak çok şey çıkarırız. Kanıksama, tüm hislerimizin
uyarıcılığını uyuşturmuştur, öldürmüştür. . Bundan ötürü deli
halimizi akılıca savunuyoruz. Tersimiz döndü. Karşıtlık bizi
tersimize çevirdi.
Bizi utanmak kurtarır.
Utanmayı eyleme dönüştürelim! Çağımızın işe yarar, tek işlek duygusu
budur. İşleyip, karşıtsız militana bürüyelim onu.
Birer utandırma kahramanı kesilelim!
Uyuşukluğu böyle aşarız.
Ayıplamayı yaygınlaştırıp uluslar arası utancı çözebiliriz.
Utananları ortak platformda buluşturup etkin kılalım.
Utandırma politikasını gezegenimizin kent, kasaba, köy ve ücra
köşelerine taşıyıp yürütelim. Bilim insanları lütfederler mi acaba?
Alfred Nobel, kendi belalı yaratıcılığından utandı. Vasiyetiyle
belalı buluşlarını hayattan geri çekmek istedi. Bir anlamda
yaptıklarını protesto etti. Kaç insan veya bilim insanı yaptıklarını
protesto etmiştir? . Yaptıklarını protesto etmek dünyadan özür
dilemektir. Bilim insanlarının hiç mi utancı yok? Bilimi yapan
insandır insanı yapan da bilimdir. Bilim utanmayı biliyor mu?
Bilimin öncelikli görevi barış değilse, bilim hiçbir şeyi bilmiyor
demektir.
Utanmak insanlıkla bağımızın son halkasıdır. Bu halka kopunca
uçuruma yuvarlanırız. Sizce uçurumda değil miyiz? Yanıtınız “hayır”
ise, lafım olmaz…”Evet” diyenlerle yolumuzda yürürüz.
Diplomaside, uluslar arası utanma mekiği dokuyalım. Birleşmiş
Milletler örgütünü insanlık utancına karşı sorumluluğa kavuşturalım.
Üye ülkeleri, 7 günlük barış tatiline razı edip, resmiyette
uygulamayı sağlamalıyız. Buna karşı çıkanları utanmaz kategorisine
sokup, vicdani yaptırımlarla teşhir etmeliyiz. İşe yaramaz mı
sanıyorsunuz? Hele, siz bir utanın! gerisi gelir. Dünyanın utancı
çorap söküğü gibi çözülür. Utancın posasını çıkarıp ondan mutluluk
süzeceğiz. Öyle yaşamaya hazır mıyız?
Duyguları eyleme geçirelim!
7 gün dünyaca utanacağız. Neler his edersiniz? Merak ediyor musunuz?
Meraklısı olduğumuz şeyi öğrenirdik, değil mi? Bir utanalım hele,
nasıl oluyormuş? O günü beklemeden şimdi öğrenebiliriz. Bu satırı
okuma anında utandığınızı varsayın! 7 günlük barış tatilini hayal
edin!
Utanmazlık, öz kaybetmeye tahammül etmektir; kendini kaybetmeyi
onaylamaktır. Göz göre göre bitişimizi onaylamayalım.
Utanmayı harekete geçirince insanlığı harekete geçiririz. Herkes
utanınca insanlık harekete geçer.
Utancımız globaldır. Bundan ötürü global çözüm ister. Yalnız başıma
utanmakla, taş çatlasa, bu yazıyı yazabilirim. Bu salt başına, iki
dişin arasını doldurmaz. Ancak, hepimizin utanması global çözüme
yarar.
Utanmanın eyleme geçişi sesiz olaylar yaratır. Bu ses içimizdeki
gürültüdür. Savaşlar tarihine bomba tesirlidir. .
Utanmayı yoğunlaştırırsak mutluluğu patlatırız.
Utandırmayı örgütleyelim!
Utanma duygusu inkara gelmeyen bir histir. Bu hisle, kişi utancıyla
yüzleşmekten kaçınamaz. . İnsanı böyle politize etmek, çabamızı boşa
çıkarmaz. Garanti sonuca götürür.
Ranta açık olmayan biricik duygumuzdur bize kalan. Çünkü sahibi
tarafından bile sömürülmeyecek kırıntıdır, utanmak. .
Kırıntılarımızı birleştirelim. Utanma derneklerini kurarak
utanmazları azaltalım. Sayıca ve nitelikçe eksilsinler. Ayıptır!
Utandırma derneklerinin işleyiş tarzına, utananlar karar verir. Bu
oluşum, dünya genelinde utanma dernekleri konfederasyonuna
dönüşebilir.
Soyumuza çok ağır gelir, yoksa ”utanma partisi”ni önerecektim. Bu
kadarı da fazla olur, insanı ezer.
Gittiğimiz evin penceresinden dünyaya bakarız. Savaşın içinde
savaşın penceresinde bakıyoruz. 7 günde ise barışın penceresinde
bakma şansına kavuşacağız. Şimdiye değin böylesi penceremiz
olmamıştı. Gözümüzü bu pencereden mahrum bıraktık. Yıllardır nahoş
şeyler gördüler ve bizi göremeyecek boyutta bıktılar. Gözlerimiz
yorgundur, 7 gün dinlendirelim.
Utanmak bir erdem değildir. Öze dönüşün çağrısıdır. Utananlar mı
yücedir yoksa utanmazlık mı? Sorusunun değerler sistemindeki yeri,
hayatın gerçekliğine bağlıdır. Hayata yüklediğimiz anlamlarla
yaşamın anlamını besleriz.
Neden utanmak zorunda kalalım? Utanmak bir keramet midir? Utanmazlar
haysiyetsiz midir? Çocuklar neden utanmıyor? Çocuklar haysiyetsiz
midir?
Ayıpsız davrananların herhangi bir utançla karşılaşmaları
beklenemez. İnsani değerleri çiğnemeksizin sürdürülen hayatların
ayıbı olmaz. Ortak değerlere sorumluluk duygusuyla yaklaşıp,
bireysel mutluluğunu kimsenin aleyhine dönüştürmeyenlerin utanma
duygusuna yakalanmaları mümkün değildir. Çünkü vicdani rahatsızlık
yaratmazlar kendilerine. Utancın güzergâhından geçmezler. İnsani suç
işlemeyenlerin utanmasına gerek yoktur. Beri yandan barışa
duyarsızlıkta bir insanlık suçudur. Hem dünya barışana hem de
kendine çalışan, hayatına özgün anlam katar.
Coşkunun yoluna ayıp uğramaz. Çocuksu coşku insana aykırı değildir.
Özgün bir aykırılıkla mutluluğa sahip çıkar çocuklar. Bunda utanç
yoktur. Çocukları ayrımcılıktan uzak tutan samimiyettir. Bundan
ötürü girişkendirler. Medeni cesarette sınırsızdırlar.
Utancın sınırını belirleyen çiledir. Elem ve çileye sebep olmak
utançtır. Utancı savunanlar utanmazlar. Yabancılaşanlar, insana ve
değerlerine karşı utanma duygusunu taşımazlar. Bunu komik
karşıladılar.
Öyleyse utanç sınırı utanmazlığı tanımlar. Tanımlama, zıt iki duruma
tekabül eder. Utanma duygusunu yitirenler utanmazlar, birde, utanca
bulaşmayanların utanmasına gerek kalmaz. . Biri hayata düşmanlık
besler diğeri hayata dostluk katar.
Tercihim, hayata dostluk katan utanmazlıktır. . Barışı bu yüzden
seviyorum. Savaşı utanç görüyorum, neşeye ve mutluluğa yakışmaz.
Savaşan utanmazları utandırarak uyarmalıyız. Utandırmak caydırıcı
bir yaptırımdır. Ağır cezadır. Bireysel sevinçler uğruna seyirci
kalmak, kimsenin onurunu onaylamaz. Varlığımı onaylamak için
savaşlara düşmanım.
Bu insanlık ayıbının üstesinden gelebilecek kabiliyetteyiz. Yeter ki
utanalım! Seyirci kalmayalım.
7 günlük tecrübe dünyanın zekâ düzeyini yükseltir. Yedi milyar kafa
barış üzerine yoğunlaşacak! Düşünsenize, yaratıcılığı nasıl
körükleyeceğiz. İnsan dehasına ortam sağlarsan zeka, sınır mı tanır
?
Siz, insana güvenmiyor musunuz?
Ben, insan bedeni üzerindeki kafaya güvenirim. Ondan bir adet de
bende var, bundan emin konuşuyorum.
Kolayın, kime zararı olur? . Zararı olan şeyi ne vakit kolay gördük?
Lambayı bulan, motoru, ve interneti hayatımıza katanlar ne güçlük
çıkardılar bize? Dikkatinizi çekerim(!) hayatımızı
kolaylaştıranları, dahi diye vasıflandırıyoruz. O buluşları yaratan
zekâ düzeyinden geri oluşumuza rağmen onlara “dahi” diyebiliyoruz.
Neden? Çünkü yaşantımızı rahata çıkarırlar. Biri, dünya yörüngesine
Jüpiteri yakınlaştırıp yaşam eksenimizi sıkıntıya süren bir buluşa
imza atsa, dünyanın tüm iğrenç küfürlerine muarız kalır. Zira
hayatın dengesini bozar. Onun zekâsına sempati duyulmaz. Fakat tank,
top, biyolojik silahların mucidi övgü kazanabiliyor. Savaşlar
kanıksandı, ondan. Bizi zorlayanları hayretle aklıyoruz!
Savaş, insanın aptallık düzeyini kanıtlar. Aptallıktan ötürü insan
beynine güvenimiz kalmadı.
Vicdan ve haysiyeti ortak ölçü yapacak kadar gelişemedik maalesef.
Tek ortaklığımız barış duygusudur. Savaşları bu yüzden istemiyoruz.
Ortak duygumuzun gereğini somutlamak içindir bu.
Beynimizle kötülük kalbimizle iyilik yaparız. Neden? İkisini faydalı
kılamaz mıyız?
Duygularımızın sorumluluğunu taşımalıyız. Duygularının
sorumluluğundan kaçanlar hayatı yaşadıklarını mı sanıyorlar?
Çevremizde ve gündelik hayatta karşılaştığımız her insana, barışa
yaptığı katkıya göre yaklaşmalıyız. Evrensellikle barışık
olmayanların neyi caziptir?
Yürek sorumluluk duyunca beyin gereklerini sağlamalı. Bunu
başarmadık işte. Utancım budur. Barışa yetmemek te bir utançtır. Bu
utancı hepimiz taşımıyor muyuz? Alt tarafı, savaşmayacaktık. Bu
konuda yetersiziz işte.
Utandırma dernekleri bu yüzden gereklidir. Kendimizi horlamak için
degildir, hele insandan tiksinmeyi uyandırmak asla değildir. Buna
mecburuz. Utanma üzerine yayın organlarını çıkarmak ve gidişatın
önüne geçmek durumundayız. Haysiyetimizi kurtaracağız.
Utanmayı aktifleştirelim, pasiflikten çıksın.
Utanmak yoksayımın alarmıdır. İnsanı yoksaymaya karşı ikaz eder.
Yoksayımın yönünü düşmanlığa çevirelim. 7 gün düşmanlığı yoksayarak
yaşayalım.
Bireysel ilişkilerimde utandırmayı yaptırım olarak uyguladım.
İnsanlığımı öyle güvenceye aldım. Utanmayı dünya adalet sitemine
dönüştürelim. Utandırma cezası yargı olsun.
Saldırganları utandırarak misilleme yaparız, öylece, kansız yaptırım
ve caydırıcılığa kavuşuruz.
Şiddetin araçlarını işlemez kılınca, mantığını çözebiliriz.
Dünyadaki silah sektörünü para karşılığında sahiplerinden satın alıp
imha edeceğimizi hayal ediyorum. Gerçekten yola çıkarak düşe
yaklaşırız. Bu seçeneği denemek ortak motivasyon sağlar. Motivasyon
için etkilidir bence. Para toplayalım…Birleşmiş Milletler örgütü
aracılığıyla silah sektörünün patronlarıyla pazarlığa gireriz.
İmkânsız mı?
Okun icadından evvel, insanın kendi soyunu öldürmesi de imkânsızdı.
Teknik mucizelerle binbir öldürme biçimini uyguluyoruz. Zor olan
imkânsızlıkları başarmışken, kolay olan başarılar neden imkansız
olsun?
Büyükler olarak, para toplamaktan utanıyor muyuz?
Kolayı var. Çocukların eline kumbaraları tutuşturalım. Kapı kapı
dolaşıp, seyircilik barış suçudur, duyarsızlık insanlık suçudur,
desinler.
Onlar, utanca bulaşmadıkları için medeni cesaretleri fazladır.
Utanmaya ihtiyaçları yoktur. Utanması gerekenleri etkileyince,
dünyaca utanmayı başaracağız.
Hafızamız bir ilki yaşayacak. Dünyaca bir adım olduğundan, yolumuzu
evrensel hafızaya doğru döşeriz.
Yaratıcılığımız gelişir. Yararlı başarıların sahibi olarak
incinmediğimiz için incitmeden sürecek mutluluğumuz.
Barışık insanların ortak yaşamından evrensel bilgi derleyeceğiz.
Evrensellik budur zaten. Dünyaca yaşanılan ve yaşatan ortak bilgi
evrenseldir. Hafıza ortaklığına kavuştuğumuz için, yerel ve bölgesel
hafızadan sıyrılmış olacağız. Global hafızaya erişeceğiz. Dünya
barışına dair izlenim ve deneyimimiz olur. Evrensel bilgi birikimi
kodlanır beynimize. Kalıtımla yeni nesillere ulaşır. Geçmişin
genetik kodları beynimizi işgal etmiştir. Utanmayı bu yüzden
anımsamıyoruz. 7 günde genetik kodlara veri hazırlayacağız. Dünya
barışı sorunsal olmaktan çıkar.
Karşıtlığa sürüklemeyen ilişki kültürüne başlarız. Kolayın peşine
düşeriz, nerde saklanmışsa bulup yaşantımıza sokarız. Kolayı
evcilleştireceğiz. Bizden ürkmesini engelleriz. Hayvanları
evcilleştirmedik mi? Kolayı da öyle alıştırırız kendimize.
Belalı başarıların mutsuzu olacağımıza, belasız başarıların mutlusu
oluruz. Neler başaracağız, kim bilir?
İki yüz yıl evvel petrol derdimiz mi vardı? Günahsız biri motoru
icat edince, petrole ihtiyaç duyduk. Bulduk buluşturduk. İhtiyaç
duyunca her şeyi yaratıyoruz. Nedense, barışı bir ihtiyaç görmeye
yanaşmıyoruz. Kaybetmekten korkuyoruz.
Oysa silah sanayine yatırım yapanlar bu sermayeyi barış sektörüne
aktarabilirler. Yeni üretim ve iş alanları gelişir. Metelik zarara
uğramadan servete servet katarlar. Aklımızın ve hayalimizin almadığı
mucizeler gelişir. Belki de mucize alay konusu olur, o günkü zekaya.
Ebeveynlerimiz bir mektup için postacıların yolunu gözlerdi.
İnterneti kim hayal ederdi?
Fakat, barış hepimiz için mucize olma vasfını taşıyor hala. Bu
mucize için zekâmızı zorlayalım işte. Barış, zekâmız için deneme
sınavıdır. Yaşantımızı da etkiler, kişiliğimizi de.
İlişkilerimize barışı hâkim kılınca bunun tekniği kendiliğinden
ürer. Sektörü de oluşur. Farklı yatırım alanları açılır. Zenginler
gene servetlerini artıracak. Ölüm sektörü aşılınca tüketim imkânları
ve isteği zenginleşir. Uzay yolculukları şimdiden tartışılıyor. Bu
konuda kitle ulaşım araçlarına kavuşacağımızı neden kestirmeyelim?
Silah sektörü bu alana yönelirse ne kaybedecek?
Yaralı bir halkın mensubu olarak, adı(Kürtçede Dızgun, Türkçeye
Düzgün olarak yazılmış ) anadiliyle çağrılmayan biri sizinle
barışıyorsa, siz hangi gerekçeyle benimle barışmıyorsunuz?
Yaşantımın son 14 yılını daha evvelden öykü kitaplarında okusaydım,
Dünya bitmiştir! diyecektim. Nasıl yaşadığımı siz tahmin edin!
Bunu başarmak aklınıza nasıl geldi?
Beni vicdanında incitme, ey insanlık!
Görmek istediğim dünya bu değildi.
Görmek istemediğim dünyayı yaşatıyorsun bana. Hak ettiğim dünyayı
görmek ve yaşamak istiyordum oysa.
Beni vicdanıma kıstırdınız, kendi vicdanımda yaşıyorum sadece. Bu
dünyaya katılamıyorum. Katılmak istediğim dünyada yaşamak istiyorum.
İnsan olmayı bir ceza gibi yaşamayalım, insan olmayı kolay
yaşayalım. Biribirimize hayat olalım, ölüm olmayalım.
Bana katılmak ister misin?
Zulmünü anlatırken seni incitmemenin her yolunu denedim. . Derdin ne
senin? Sende ömürlük bir canlısın bende, tafran kime? Ne hakla
dünyamızı ölüm cennetine çeviriyorsun? Yukarda utanmayı anlattım,
payına düşen sana kalmıştır. Anlatmak zorunda değilsin.
Global düşünürsek, geçmiş yaşantımdan dolayı tüm dünyayı suçlu
görüyorum. Global utanmayı bu yüzden savunuyorum. Dünyanın bir köy
olduğunu siz ballandırarak anlatınız: Öyleyse, köylülerimi mutlu
görmek istiyorum. Bir köylümde sensin. Köylünle neden barışmıyorsun?
Global utancı nasıl savunabiliyorsun?
Barış anlayışınız nedir? Merak ediyorum.
Benim yaşadığım dünyada neden huzursuzluk çıkarıyorsunuz? Kimseden
hayat istediğim yoktur, hayatımın önünde çekilin lütfen! Kişi başına
bir dünya düşseydi, gezegenimi lütfen terk edin, diyecektim.
Maalesef birer dünya payımıza düşmüyor, tümümüzün payına bir
tanedir. Rica ediyorum! Payıma savaşı bulaştırmayın. Sizin
payınızdan payıma da sıçrıyor.
Bu gezegen üzerinde sahip olduğun tüm haklara bende sahibim. Çevre
suçunu ben işlemedim. Tüm dünya hakkından caysa bile ben hakkımdan
caymam. Kendime tanıdığım haklar sana tanıdığım haklar kadardır.
Ticari haklarına kimse dokunmaz.
İnsanlıktan çıkmayı cesaret mi sayıyorsunuz?
Öldürmeden yaşamak ta mümkündür. Bunu neden denemeyelim? Ayıp değil
mi?
Hayatı doğru yaşamadık. Yaşayan canlıyız ama hayatı yanlış
yaşıyoruz. Biribirinizi öldürüyoruz. Hafızamızın genetik kodları
yeni nesillere şiddeti ve öldürmeyi aktarır. Bu hafızayı çözecek her
yolu sınamalıyız.
Dünyada suçlu insan görmüyorum, dünya barışını bilmeyenleri
görüyorum.
Şiddet bitince, dünyada hepimize yetecek kadar mutluluk çıkar
ortaya.
Evrensel hafıza öldürmezliği garantiler. Şiddetsizdir. Soy güdüsünü
ulus aşamasından uluslar üstü aşamaya evirir. Büyük hamledir bu.
Ulusların tarihi karılacak. Ulussuz tek ulus olur gezegenimiz.
Geçmişe bir bakın(!) toplumların tarihi ne kadar karıştı biribirine.
Kaynaşmanın önündeki engelleri neden savunuyoruz? Ortak yaşama
hakaret ederek iç savaşlara katılmak duygularımızı onarır mı?
Barışsız yaşayan toplumları kim ciddiye alır? . Ciddiye alan utanca
gömülür. Ve utancın işbirlikçisidir.
İç savaşları yaşayan toplumlarda zeka geriliği maksimum sınıra
varır. Mutlu eden savaş var mı ki, zekâ düzeyini yükseltsin?
Mutluluğumuz zekâ düzeyine göredir. Zekâ düzeyi barış düzeyine
eşittir. IQ testi gerçekçi değildir, aldatmacadır. Barış testi daha
sağlıklıdır. Bir insana “zeka düzeyi yüksektir” demek yerine, ”barış
düzeyi yüksektir” demek, daha hayatidir. Savaşanların aptallık
düzeyi yüksektir.
Sadakat denilen güvence barış bağıdır. Kim düşmanına sadıktır?
Aidiyet kusurları zekâ özürlü yaptı bizi. Soy güdüsünün yıpranması
zekâ geriliğine sebep oldu.
Zekâmıza yol açmak için utanalım. Utanalım ve utandıralım;
utandırdıkça utancımız eksilir. Utancız ve çevremiz utancımızdır.
Utandırma politikasıyla seyirci kalanları aktif barışçılığa teşvik
ederiz. Dürüstlük gelişebilir öylece.
Utanmayı bildiğim için yalanı utanç sayıyorum. Tek tük söylediğim
yalanlara, dünya beni zorlamıştır. Ne hakla bana yalan
söyletiyorsunuz? Sizin acılarınıza bulaşmak zorunda mıyım? Neden
yalancınız olayım? Dünyanın bu görüntüsünü hak etmiyorum. Görmeyi
hak etmediğim bir dünyayı bana gösteriyorsunuz, ayıp değil mi?
Gözlerimden utanıyorum. Görmek istedikleri dünyayı onlara
bulamadığım için utanç içindeyim. Gözlerimi mi çıkarayım?
Yalanı çözmek için ”dürüstler derneği”ni kurmaya var mısınız? Bu
kuruluşu tüm dünyada gerçekleştirecek sayıda dürüst bulabilir miyiz?
. Zorunuza mı gidiyor?
Hafta sonları, utanma derneğinden çıkıp dürüstler derneğine
uğrarsınız. Dürüstlüğün ön şartı utanmaktan geçer. Utanma
devriminden geçmeyenler dürüstlüğü anlayamazlar.
Duygularımızı örgütlemenin yolu olarak her duygunun karşılığına denk
özgün dernekleşmeyi düşünüyorum. Başka da çare bulamıyorum. Siz
bulun!
Barış soy güdüsünün ihtiyacıdır. Bu yüzden barışa politik yaklaşmak
çözümleyici değildir, içgüdüsel yaklaşım hayatidir. Çünkü içgüdüsel
duygular politik duygulardan daha sağlıklı ve yapıcıdır. Nasıl ki 20
yüzyılda cinsiyet güdüsü günceleşerek sürükleyici olduysa çağımızın
güdüsü de soy güdüsüdür. Cinsiyet güdüsündeki ilerleme soy güdüsünün
kırılmalarına takılarak tıkandı. İki güdünün somutunda başkası yani
insan vardır. He iki güdü biribirini ketlemiştir. Her ailede barış
olsa dünyada savaş olmaz. Soy güdüsünün güncel sorunlamasıyla
çağımızın ufku açılır.
Politik düşüncelerin sağlığı bozulmuştur içgüdüsel düşünceler
sağlıklıdır.
Savaş politik depresyondur. Savaşan taraflar depresyonun
hengâmesinden sıyrılamazlar. Mevcut politik düşünceler
hastalıklıdır.
İnsanın doğasını yani ham yanını politize etmenin dışında
sürükleyici olamayız. Diger duygular çatışmalarla aşındı.
Samimiyetini yitirmişler. Utanmanın istismar edileceğine dair kuşku
olursa, ”Vicdanlılar derneği” ve “Haysiyet derneği” önlem olarak
kurulabilinir.
Vicdan çağrı beklemeden geldiği için kolay istenir. Vicdan çağrı
beklemez. Eğer kendini göstermiyorsa olmadığı içindir, kendini
saklanmaz.
Bizi bu halde görmek zoruma gidiyor. Dibe vurduk.
En dip sınırı anlatmaya kalkarsak, ”vicdan derneği” ve ”haysiyet
derneği”ni tavsiye edecektim. Fakat gücüme gidiyor, soyumu bu halde
görmeye ve bu tür derneklerle uyandırmaya layık görmek istemiyorum.
Kediler kendi aralarındaki sorunları nasıl çözerler? Ya fareler?
Peki, ya yılanlar?
Siz (!) türümü anlayamıyorum.
Türlerin iç barışını örnek alsaydık, insan katili olmazdık.
Şiddetten arınmış hafıza, yaratıcı bilginin yaratıcısıdır. Giderek,
evrensel hafızanın insanlık olduğu anlaşılacaktır
Dünya barışı, ikinci yerleşim dönemine geçiştir. Birinci dönemde,
yerleşik hayata geçtik. Bu kültür istismar edilerek zamanla şiddete
evirildi.
2. yerleşim dönemi, yerleşik hayatı barıştırmayı hedefler. İki dönem
arasındaki zaman aralığı, insanlığın lanet dönemidir. Soy güdüsünün
kırılma evrelerini kapsar.
Lanetlik olmaktan sıyrılalım mı? Soy güdüsünü evrenselleştirmeye var
mıyız? Utanma devrimini yaşayacağız. İlk kez utanma devrimini
gerçekleştireceğiz.
Ulus üstü insana doğru yol alalım mı? 7 gün deneyelim, birlikte
yürümezsek, herkes yoluna ayrılır. 7 gün ulussuz
yaşayacağız…evrensel insan olacağız. Hayırlı başarı sağlayabiliriz,
kim bilir?
Hayırlı ve belasız başarılara kendimizi layık görmüyor muyuz? !
Neye layık’ız sahiden? Hayatım(!) liyakatimiz nedir? Şaştım kaldım.
.
Barışa layık olamaz mıyız?
İnsan olmanın ayıpları fazla değildir aslında. Şiddet ve barıştır.
Neden biribirmizden barış istemek mecburiyetinde kalalım?
Barışın vicdanında mahkûm olursam, kendimi affetmem. Siz affeder
misiniz kendinizi ve beni? Biz dürüstler derneğini kurmaktan aciziz,
nasıl affedeceksiniz bizi?
Dünyaca affımız nedir? Kim ve nasıl affedecek bizi?
7 gün af olalım mı? . Affedelim kendimizi ve dünyayı…Utanmayı bildik
mi affı da öğreniriz.
Bağışlayıcı olmayabilirisiniz. Belki birileri sizi affediyor, bundan
habersizsiniz. Kendinizi affedilmeye de mi layık görmüyorsunuz? .
Utancı mı savunacaksınız?
Barış bizi affetsin! Bu duayı kendimden esirgemeyeceğim. Dinler bu
duaya katılmadıkça, hayatı destekleyemezler. Tanrıya götüren en
güzel yol budur. Barış affederse Tanrı da affeder.
Dünya barışını destekleme düzeyine gelirsen, Tanrı, seni
cezalandırma gerekçesi bulamaz!
Affetmemek mutsuzluğun sonucudur. Mutsuz insan kendini bağışlamaz,
kendini mutlu edememenin suçluluğunu duyar. Bunun dışavurumu olarak,
çevresine bağışlayıcı davranmaz.
Mutluluğunu kaybeden kişi, onurunu da kaybeder. Mutluluktan utanın,
ona saygınız olsun. Mutsuzluk utanç değil midir?
Mutluların kimseyle hesabı olmaz. Dünyayı, görmek istedikleri gibi
algılamak isterler. Dünyayı görme anlayışımızda bozukluk var.
Dünyayı görme anlayışımızı onu, nasıl görmek istediğimiz belirler.
Dünyayı görme anlayışımızı düzeltelim önce. Bütün mesele “seni
sevmiyorum” u seviyorum biçiminde anlatmaktır. Savaşanları
sevmeyelim!
Öldürmek yakışmıyor insana!
SAVAŞANLARI SEVMİYORUM!
BARIŞI SEVİYORUM
SAVAŞANLARI SEVMİYORUM!
BARIŞI SEVİYORUM
SAVAŞANLARI SEVMİYORUM!
…………………………………….
Barış hayati bir sorundur siyasi sorun değildir. Yemek-içmek,
uyumak, cinsellik, uyku ve öğrenmek gibi hayatidir siyasi değildir.
Barış soy güdüsünün ihtiyacıdır, huzuru sağlar. Şiddet bitince,
dünyada hepimize yetecek kadar mutluluk çıkar ortaya. Evrensel
akrabalık kabul görülür ve dünya akrabalığı savunulur. İnsan olmak
sorun olmaktan çıkar. Aile soy güdüsünün güvencesi olduğu için
vazgeçilmez önemdedir. Her ailede barış olsa dünyada savaş olmaz.
Savaşanlar, insan beynine hakaret ediyorlar. İnsanın en değerli
organını yani beynini silahların gölgesinde ezdiler.
Savaş insani bir ihtiyaç değildir, yaşam için bir ihtiyaç olamaz.
Savaş budalası olacağımıza barış dâhisi olalım! Kafamıza güvenmiyor
muyuz? Barış, zekâmızı yoğunlaştırarak bombadan daha etkin patlatır.
Ayıplamak, atom bombasından daha tesirli olacak. Bunu 7 günde
kanıtlayabiliriz.
Savaşan ülkeleri protesto edelim. Utanmazlık protesto edilince,
ayıplamanın caydırıcılığı benimsenir.
Savaşanlar, dünyanın zeka düzeyini düşürme suçlusudur. Zekâyı
geriletmek zeka suçudur. Şiddet zekaya karşı işlenmiş cürümdür.
”Uluslararası zekâ failleri ve cürümleri mahkemesi” kurulmalıdır.
Zekânın meçhul failleri aptallığın içinde gizleniyor(kafamızın
failleri gözümüzün önünde durmazlar, kafamızın içinde gizlenirler).
Savaş zekâ cürümüdür, zekâya işlenmiş toplu katliamdır. Zekâ suçu
işliyoruz hepimiz, yalan mı?
En büyük insanlık suçu insan zekâsına karşı işlenmiştir, diğer
suçlar bundan peydahlanmıştır.
Savaşlarla öldürülen yaratıcılığın dökümü yapılmalıdır. Aptallığın
muhasebesi yapılmak zorundadır. Aptallıktan dolayı Homo Spiens
türünün aklına barış ötesi düşünceler gelmez. Aptallık engellenmeden
insanlık suçları engellenemez.
Bütün insanlık suçlarının anası aptallıktır.
İnsanlığı aptallığa sürükleyenler zamanla kendileri de aptallaşır.
Dünya barışı konusunda insanlık yeniktir, barışı henüz
kazanmamıştır. Barış duygusuyla barışılmamıştır.
Aptallık çağımızın vebasıdır. İnsanlar aptallığından dolayı
barışamıyor, barışın savaştan daha yararlı olduğunu bilmemek
aptallık değil midir? İnsanlar aptallıklarını kabullenmeyecek kadar
zeka geriliğine tutunmuşlardır.
Bütün askeri ekollerde “mantığın bittiği yerde şiddet başlar”
anlayışı genel kabuldür. Bilerek mantıksızlığı(şiddeti) sürdürmek
aptallığın gerçek tanımıdır. Aptallık tercih edilen bir durumdur.
Bundan ötürü yaşamın raconu olarak korunup revaca çıkmıştır,
çözülmesi zaman alacaktır. İnsanlara aptal olduklarını göstermezsek
kendilerini zeki görmeyi sürdürecekler. Bu budalalığın önüne geçmek
gerekir. Aptallıkla mücadele etmeliyiz. Tıp hayat kurtarıyor
politika öldürüyor.
Aptallığa karşı mücadele derneklerini kurarak aptallığı teşhir
etmeliyiz. Antiaptallık(Aptallığa karşı mücadele )derneklerini
yaygınlaştırıp şiddetin mantığını çözmeliyiz. Aptallık acıları
aklar. İnsan huzuru bulamadan vicdanlı olmaz. Acının içindeki insan
vicdanını dinleyemez, acısının sesini dinler. Aptallık şiddetin
felsefesidir. Mutsuzluk şiddete sürükler, kimse mutluluktan dolayı
şiddete gitmez.
Antiaptallık derneklerinin işlevi, bilinci duygulara
yaklaştırmaktır. Bilinçte duygu kanalları açılırsa ruhsal bütünlüğe
kapı aralanır.
Einstein bile aptaldı. Öncelikli olarak insanın hareketini çözmeden
maddenin hareketini çözmeye kalkışmak büyük tehditlere sebep
olmuştur. Doğanın en tehlikeli canlısı olan insanı önlemeden,
maddenin hareketindeki ürünler ve değişimlerle uğraşmak
sakıncalıdır. Tehlikeli bir yaratık için maddeyi ve tekniği
keşfetmek aptallıktır. Einstein bu tehlikeyi görmedi, maddenin
izafiyetini kavradı fakat insanın izafiyetiyle uğraşmadı. İnsanı
çözmek maddeyi çözmekten daha öncelikli olmalıydı.
Bilim, dünya barışı konusunda insanlığı çaresizliğe alıştırdı.
Bilim insanlığını yitirmiştir(insanlıktan çıkmıştır), insanlığını
kazanmamış demek daha isabetlidir. Dünyadaki bütün savaşlar bilimin
suçudur. Bilim aptallık bilgisiyle eğitiyor. İnsan bilimden evvel de
düşünüyordu, insanın düşünce doğası bilimin kıskacında
sıkıştırılmıştır.
Rüyama giren ak sakallı bir falcı :
“-Siz insanların ortak bir cini var, adı bilimdir. Hepinizi bilim
çarpmış.
Bilimin katli vaciptir.
Bütün bilimleri sokakta birlikte yakalasam, kitle imha silahıyla
katlederdim. Birlikte gezmedikleri için kurtuluyorlar. Yalnız
dolaşarak ömür uzatıyorlar.
Düşünceyle saldırsam, hakkımda ”düşünce yoluyla hakaret davası”
açıp, yüksek kaliteden muhatap oldukları sanılacak.
Doğrusu dengine göre davranmaktır. Psikolojinin partnerini
aldatacaktım, matematiğin eşini bir hiçle avutacaktım, hukukun
kızına haksızlık edecektim, yaşıma uygun olsaydı kimyanın teyzesini
yörüngeme kaçırırdım, ekonomiyi komşusunun gözü önünde fahişeliğe
sürüklerdim(öylece fahişelik biterdi), medyanın halasıyla kaçamak
yaşardım, ben gripken sağlık bilimlerinin kızıyla tatile çıkardım,
astronominin nişanlısıyla uzayda düğün yapardım, filolojinin
ablasıyla görücü usulü evlenecektim, felsefenin karısını kandırıp
yüzüstü bırakacaktım, sosyolojinin yanaşmasından hiç hoşlanmadım,
teknik bilimlerin yengesini görüşmeye çağırıp randevuya
gitmeyecektim(bunu günlük tekrarlardım), politikanın metresini göz
göre göre tavlardım.
Başlık parasına karşı açlık grevi yapacaktım.
Böylece namus davası gibi düşük kaliteden davalarla muhatap
olduklarını gösterip düzeylerini teşhir edecektim. ”, ”İnsan dahisi
ol ki insanın acısını anlayasın ”bağırtısıyla uyandım. Kocamış
adamın bedduası bana mıydı? Bilmiyorum.
Bu rüyayı neden gördüğümü bilim çözsün. Bende ona yardım ederim.
Bilim insanı yaparken çok yanlış yapmış. Ben olsaydım doğrusunu
yapardım, barış ötesi insanı yapardım.
Bilim insanı bilmiyor, bilseydi barıştırmasını da bilirdi. Eğer
barışı bilip kendine saklıyorsa insan değildir.
Barışı bütün bilimlerin üstünde değerli görmüyorsanız barışın
değerini bilmiyorsunuz.
Bilim barışı kendinden daha önemli ve üstün bilmiyorsa insanın
değerini bilmiyor.
Bilim dünya barışını bulmuş mu? Ne şişkinip duruyor!
Bilimin tüm mucizeleri barış mucizesinin yanında kırıntı etmez.
Bilim barış konusunda bütünlemeye kalmıştır, okulundan mezun
olamamıştır. Siz buna hayat okulu deyin.
Bilim, barışı gerekli görmüyor. Görseydi, çoktan bulmuştu. Gerekli
görüp bilmiyorsa, hiçbir şey bilmiyor demektir. Barış insanın
içindedir çünkü. İnsanın davranışları düzelince, barış olmaz mı?
Siz bilimi bilmediğiniz için değil, bilim sizi bilmediği için bu
haldesiniz. .
Bilimin mağduruyuz. Yerleşik hayata geçmekle insan kendini hep
abarttı, bunu bilimle sürdürdü.
İnsandan barışı talep etmek insanlık için bir utançtı.
Dünya barışı konusunda tüm insanlar cahildir. Nasıl bir şey olduğunu
kimse bilmiyor. İnsanın barış bilgisi savaş bilgisinden daha
fazladır ve daha çok kurumlaşmıştır. Askeri okullar her ülkede var
fakat, barış okulu hiçbir ülkede mevcut değildir. İnsanın doğası
henüz siyasallaşmadı, yalancı hali siyasallaşmıştır. Bundan ötürü
politikaya yalan sanatı denmiştir, insanın doğasını
siyasallaştırmakla politika doğallık kazanır. Hayatı
siyasallaştıracağımıza siyaseti hayatlaştırırız.
Barış akademilerinin (Üniversiteleri)kurulmasını önermek saçmalık
mıdır acaba? Her askeri okula karşılık bir barış okulunu istemek
lüks mü gelecek? BM örgütü bu konuda ne düşünecek? Bu sorunsalı
aptallıkla birlikle tartışmak istiyorum.
İnsanlara yapılacak tek güzel iyilik, aptal olduklarını onlara
göstermektir.
Dünya barışını sağlamadıkları için bizden önceki kuşakların tümü
aptaldı. Bizden sonraki kuşaklarınsa bize aptal deme hakı saklıdır.
Dünya barışını yaşamamış herkes aptaldır.
Aklıyla kendini hayvandan üstün sayan insan, insanı öldürerek ikna
ediyor. Nede olsa iki ayaklıydı. İşte(!) aptallığın filmi.
Senaryosunu ben yazmadım ama her gün izliyorum.
Barışı kişisel güncel bir sorun olarak gündemleştirmeyenlerin yaşama
sevincinden kuşku duyarım.
Şiddetten cayınca, zekâmız yaratıcı bilgi üretir. Barışı yaşayan
ülkelerin düzeyine bakın! Zekâ, huzurla kerametlidir. Huzursuz zekâ
ölümcül düşünür. Mutsuzluğun zekâsını neden taşıyorsunuz?
Beyin sorunsalını yaşıyoruz. Beynimiz barışık değildir. Barışık
olsaydı, soy güdüsünün sesini duyardı; beynimizin kulakları
sağırdır. Yerleşik hayata başlamakla hep ellerimizi ve bedenimizi
kullandık. Şiddet zekanın tercihi değildir, bedenin tecrübesidir.
Bedenin tecrübesine kapılarak zekâyı bedene feda ettik.
Beynimizi yargılayalım. Sorunsal olmaktan çıksın. Vicdanı bitiren
beyindir, vicdan beyni kösteklemez. Vicdan soy güdüsünün ruhudur.
Ruhumuzu sevelim. 7 günü ruhumuza çok görmeyelim. Aradığımız tüm
kutsallıklar barışın içindedir.
Hayatımız, yaşadığımız zaman demektir. Uzunluğu ve kısalığından
ziyade, haz alarak yaşamak güzeldir. Dokunmadan neşeleniriz. 7 gün
haz vereceğiz hayata. Fazla zaman değil bu. Bir tiryakinin yılda,
sigaraya ayırdığı toplam zamandan daha azdır(her sigaraya 10 dakika
ayırdığını varsayalım). Kini ve nefreti ömür boyu taşıyıp
yaşantımızı zehirleyeceğimize ondan sıyrılabiliriz. Bir intikam için
yıllarca savaşan insanlar, gruplar, partiler, ülkeler ve devletler
vardır. Savaşmaya onca zaman ayırtacağımıza 7 gün savaşmamaya
ayıralım.
Zamanın felsefesini yapmayalım. 365 günün 7’sini çıkarınca 358 gün
eder. 358 günün ağırlığını bir haftada atarız. Hafifleriz.
7 günün kaç dakika, saniye ve salise, an ettiğini bilmem? Siz
bilirsiniz ama?
280 günü annemizin karnında geçirdik. 7 günümüzü barışın doğuşuna
ayarlayamaz mıyız? O, hayata başlamanın arifesiydi. . Doğmak için
sabırla katlandık. Dünyayı, orası kadar huzurlu yaşayabiliriz.
Çoğumuzun boşa harcadığı vakti olmuştur. Hayatımızın tüm boş vaktini
toplarsak 7 günü aşmaz mı?
Öfkeye ve garaza kaptırdığımız günlerin sayısı, sevinç ve neşeye
verdiğimiz zamandan daha fazladır. Yanılıyor muyum?
Biribirmizi üzmek için mi yaşıyoruz. ? 7 gün neşelenmeye vakit
ayıralım. Çok hoş olur dünya.
Katıldığınızı düşünerek hayal edin. Dünyanın gündemi ne olacak
sizce?
Televizyonlar, internet, gazeteler ve diğer iletişim araçları ne
söyler ne yazarlar? Dünyanın gündemi ne olur? Bence barış komasına
gireriz. Hoşluktan onu terk etmeyeceğiz. İnsan hoşlandığı şeyi terk
etmez, değil mi?
Hoşluk sarhoşu oluruz. . Geçmişin adını anmayabiliriz, aptallığımızı
hatırlatacak çünkü. Bir yanımızı belirtmek isterim, biz gündemin
etkisene kapılırız. Hayvanları
bilmem, gündemleri nasıldır, diye merak ta etmem. Önceliğim kendi
soyum olan insan gündemidir. Onları da severim fakat aidiyet duygum
sizedir. İnsan olmayı sevmiştim, bu sevincim terk etmez beni.
Tirajikomik geçmişi unutarak şakalaşırız. Her esprinin gerçeği
olduğu gibi, gerçeğin esprisi de vardır. Gerçeğin esprisi olacağız.
Espri yapmayacağız, esprinin kendisi olacağız. Gördüğümüz her kişiye
”şakam geldi” diyeceğiz. Biribirimizi şaka olarak algılayacağız.
Gidene üzülmeyeceğiz, her yanımız şaka doludur. Herkes “şakaya
benziyor” diyeceğiz.
7 gün şakalaşalım mı? Kendimi şakaya yakıştırıyorum ve şakalaşacak
sizlere de. 7 gün bir haftadır ve yılın 1/52 sidir. 51 hafta yıllık
işlerimize yeterde artarda. Utanma devrimini yaşa ve yaşat!
Kolay budur işte(!) böylesi daha kolay değil mi?
Herkes utanma devrimini gerçekleştirse utancımız biter. Şiddeti terk
ederek yaratıclığın yönü barışa yönelir. Teknik buluşlar, barış
kadar değerli değildir.
Birer şaka gibi yaşayacağız.
Ölen için “bir şaka öldü” deyip, şakanın kaybına üzüleceğiz. Anneler
ne şakalar doğuracak sonra. Çocuk sahibi olma isteğini soy güdüsü
doğurur. Şakanın güdüsüdür bu.
Çocukların sevilme nedeni, barış duyguları örselenmemiştir. Bu
yüzden kolayca sokulup barış gibi okşanmak isterler. Coşkuları
neşenin kalbidir. Dünyanın çocuksuz halini düşünürseniz, barış
aklınıza gelmez. Onlara hakaret ettiğimiz için liyakat sorununu
yaşıyoruz.
Çocukluğumuzu düşürdük, yere attık. Dönüp el atarak kaldırmayı
düşünüyor musunuz? Onu hayatımızdan uzaklaştırarak utanca battık.
Çocukluğumuzu kendimize yaklaştıralım. Hayatın şakasına kavuşuruz.
Hayat barışın doğduğu yöne bakar. Ve sonsuz yaşam barışın içindedir.
Ufo denilen varlıklar belki de, ölümsüzlüğün sırrını biliyorlar.
Gezegenimizdeki şiddetten ürküyorlar. Bizimle iletişim kurmaktan
korkuyorlar. Ufolara bir şans verelim mi? Güzel bir espri değil mi?
İnsan gerçeğin esprisidir aslında…Espri gerçeğin değişiminde ortaya
çıkar, yeniliğin olmadığı yerde espri mi olur? .
Hafızamız kavgalıdır. Şakaya dönüşmeden kavgalı hafızayı aşamayız.
Beni şakacınız olarak ta düşünebilirsiniz. Düş bitince kendi kendime
gülmeyi bırakır, birlikte şakalaşırız.
Hayatı siyasalaştırmak yerine siyaseti hayatlaştırmak gerekir.
Hoşlanmamak bir haktır. İnsanlar hoşlanmama hakkını kullanırsa her
şey hoş olur. Dünyanın bu durumu kimin hoşuna gider?
Hepimiz güzeliz aslında çünkü hepimizi güzel görmek istiyorum.
Yenişmeli tarihin biteceği zafersiz bir yaşamın hayalidir bu. Dünya
barışını yaşayacağıma eminim.
İnsan aklını fark etiği günden beri hep yenerek kazanmıştır, öylece
duygularını bastırdı, barışarak kazanmayı öğrenmedi.
Yenerek kazanmak yerine barışarak kazanmayı dene!
Sevincini ne kadar çok insanla paylaşırsan o kadar insansın.
Sevincini dünyayla paylaşırsan bir dünyasın.
Hayatı kolay yaşarız, hayat zor gelmez. Zekilikten bile bıkacağız.
İnanın buna. Eskittiğimiz elbiselere baktığımız gibi zekiliğe
yaklaşacağız. Ona tenezzül etmeyeceğiz. Çünkü evrensel hafızada düş
kovulmuştur. Şakanın hafızasına kavuşmuşuz.
Şaka düşü kovar. Kolay düşün! Kolay barış! Kolay yaşa!
Kolay politika! Kolay çözüm! Kolay barış!
7 gün barış, kolay politikadır. Zor politikalar, çatışmalara sebep
olur.
Kolay başarıları sevmeyenler aptallaşır.
Barışın felsefesi düşündürmekten ziyade eğlencelidir. Üzenlerle
eğlendirenleri aynı kefeye koymayalım. Çağımızın filozofu
popçulardır ve Sahakira evrensel bir filozoftur. Barış mantığının
dinamiği eğlencedir savaş değildir. Üniformalı kahramanlar hayatı
öldürürken eğlencenin kahramanları hayatı yaşatıyorlar. Uğruna çile
çekilen hiçbir felsefede hayat yoktur. Barış, mutluluk felsefesidir
ve mutluluk bütün felsefelerden daha değerlidir.
Hayatı bağışlayalım!
Bırakın dans etsinler bırakın mutlu yaşasınlar, öldürmesinler ve
ölmesinler!
Bir şaka gibi yaşamak istiyorum. Esprinin olmadığı şeyde ciddiyet
olmaz ve ciddiyet samimiyettir sadece. Benim felsefem düşünmeden
yaşamaktır, ben kolaycıyım. Barışı istemekle kimseye iyilik
etmiyorum, barış ötesi toplum istiyorum. Baştan beri konuyu getirmek
istediğim nokta budur.
Barış ötesi toplumu düşünerek barışın değerini küçültürüz, öylece
naz etmeden basitleşir onu, kolay elde ederiz. Bir şeyin ötesini
istersen berisi kolaylaşır ve barış beri gelir. Barışseverler barışı
oldukça şımarttılar.
Barışseverler için barış bir amaçtır ama barış ötesi topluma göre
araçtır. Amaç insanın uzağındadır araçsa yakınındadır. Böylece barış
amaç konumundan araç derekesine düşer. Bir şey amaç olunca insandan
uzaklaşır araçsa yakınlaşır. Barışa kurulacak en etkili psikolojik
tuzak budur. Bu yöntem barışa karşı psikolojik savaş yöntemidir.
Barışa karşı psikolojik savaşı kazanınca tüm savaş yöntemleri son
bulur. Barışın değerini barışın gözünde düşürünce barış kendi
gözünde insandan sonra gelir.
Barışın
anlamını barışsız yaşayan günümüz insanın değerine düşürürsek barışı
aşarız.
Barış savaşa minnettardır çünkü savaş durduğu için barış gelir ama
savaşın barışa minnettarlığı yoktur. İstediği zaman başlar.
Savaş olmayan yerde barış istenmez.
Barış bir yanılsamadır. Barış başladığı yerden ve günden itibaren
başlar geçmişe etkisi yoktur, geçmişi barıştırmaz ve onarmaz.
Barışın bir iyiliği yoktur. Barış gelen kadar savaş işini
bitirmiştir. Savaş gittiği için barış gelmiştir, savaş gitmeden
barış gelmemiştir.
Barışı fetişleştirmek dünya barış anlayışını yanılsamalı
etkilemiştir. Bu yüzden dünya barışına tabu gibi yaklaşılır. Barışı
teşhir etmek gerekir.
Savaş olmazsa barış olur.
Barış, ihtiyaç duyulduğunda gelmeyen şeydir. Ve gelen her barış
gecikmiştir. İnsanlar ölümden bıktığı için savaşı bırakıyor,
savaşları durduran barış değildir ölüme doyumdur. . Barış erdemli
olsaydı ölüm başlamadan önce gelirdi(vaktinde gelen barış
olmamıştır). Barış ötesi toplumda barış gündemden düşer çünkü savaş
ötesi insana geçilmiştir. Saygısızlık bile insanlık suçudur.
Barış ötesi dünya barışı aşan insana yol açar. Barış ötesi insan,
evrensel hafızayla yaşayan kişiliktir. Barış ötesi dünyada soy
güdüsü uluslarüstü evrensel aidiyete kavuşmuştur.
Utancımız bitince utanmaya gerek kalmayacak. İstesek te utanamayız,
coşkun yaşarız. .
Öylece insanın sözlüklerdeki karşılığı şaka olarak degişir. Bilim
ötesine geçeriz ve bilim ötesini yaşarız.
7. günden sonra bilim ötesine coşarız.
SON