7 Gün Barış Hareketi - 7 GÜN BARIŞ
  HOME
  7 GÜN BARIŞ
  7 GÜN BARIŞ TV
  MESAJ GÖNDER
  KATILIMCI DERTERi
  Telefon Rehberi
  MUTLULUĞUN SESi RADYOSU
  ...

Hayat  yaşam barışırsa ölüm de barışır . Barış soy güdüsünün doyuma erişmesidir. İnsanlar bu yüzden onu çok isterler. Soy güdüsü olmasaydı, kimse barış istemeyecekti.  Dünya barışmadıkça dünya barışı sağlanamaz. İnsanın değişmiş halini düşün.                        

                 Düzgün Gökhan(barıs7gun@hotmail.de)

                                 7 GÜN BARIŞ

Gezegeninizde 7 gün boyunca dünya barışının konuşulduğunu düşünelim!
Her yerde ve her an konuşulan şey, dünya barışıdır…Tüm dünyada, eş zamanlı ve her ülkede 7 günlük barış tatili olacak. Hiç kimse çalışmayacak. . Dünya tatil olacak(!) Zorunlu sağlık hizmetleri dışında tüm iş yerleri kapalı olacak.
Hiç düşündünüz mü neler olur?
Ben bilmiyorum …
Bu sorunun cevabını içimizde kaç kişi verebilir?
Bunun yanıtını hepimiz biliyoruz. bence, ”hiç birimiz”dir.
7 gün boyunca barıştan dünyaca söz etmeyi bir yana bırakalım, hiç birimiz, bunun senede tam gün konuşulunca nelere yol açacağını bilmiyoruz.
Yukarıdaki ilk soruyu “bilmiyoruz”la karşılamak, yaşam tecrübemizden edindiğimiz gerçekçi yanıttır.
Tecrübelerimiz keşke hayalimizdeki arzular olsaydı…O vakit, hayalimizdekileri geçmişte yaşayarak geçirmiş olacaktık. Belki de düş kurmaya gerek kalmayacaktı, belki düş bile olmayacaktı.
Bütün dünyanın düşsüz olduğunu düşünelim!
Nasıl olur?
Dünya barışı güvenceye kavuşursa, düşe gerek olacağını mı sanıyoruz? Yanılmış olmayalım mı? .
İki bakımdan yanılmış olmayalım. Birincisi, dünya barışına rağmen , belki de düş ruhsal süreçteki varlığını sürdürmeyi koruyacaktır;ikinci yanılma olasılığı ise, dünya barışının hayal etmeyi gerçekten bitirmeyeceğine dair varsayımlarımızdır.
Varsayımlarımızın boşsayımlardan ibaret olmadığına emin miyiz?
Bu iki olasılık hakkında güvenilir bilgiye sahip olduğumuz elbette ki, iddia edilemez. Yanılma korkumuz mantıklı olabilir fakat, riskli değildir. Korkularımızı test edebiliriz: Ne kaybederiz?
Şimdiye değin yanılgılarımızdan nasıl kurtulmuştuk? Onlardan sıyrılmayı nasıl başardık?
Biz hep yanılmıştık, yaşam yanılgılarla geçmişti. Üstelik yanılgıları umut misali kendimiz yaratıyoruz. Sonsuza değin yaşama arzusunu kim güvenceye aldı? Sürdürülmesi bakımından arzu güvencededir peki, gerçekleşmesi sağlandı mı?
Elbette ki, hayır. Değil mi? Herkesin hayatı bir ömürlüktür. Ömür denilen yaşamın bir başlangıcı ve sonucu vardır. Sonsuzluk aldanmasına nasıl kapılıyoruz?
Hepimiz çok zekiyiz ya, hepimiz herkesten çok her şeyi bildiğimizi söylemiyor muyuz? Bunu belli etmesek bile, üstümüze gelindiğinde dilimizin hışmıyla sözcükleri bir çırpıda tepeden döküveririz.
Ömürlük hayat için, dehamızın en üst sınırı ne diyecek? Sonsuza dek yaşamak mı?
Bu durumda ya biz aptalız veya dehamız aptaldır. İkimizden birimiz kandırıyor. Acaba kim kimi kandırıyor? Bunu öğrenelim mi?
Mademki dehamızdır bizi sürükleyen, gelin ona bir tuzak kuralım. Dünya barışını 7 gün boyunca konuşmayı gündemleştirmesi için dehamızı sınayalım.
Sınama, yanılgıları netleştirir.
Buna hazır mıyız?
Hazır olsaydık mesele kalmazdı.
Peki, neden hazır değiliz? Olacaklara inanmıyoruz değil mi? Veya kimse ciddiye almaz bizi. .
Gelin, inanmayalım. İnanmaktan cayalım, güvenelim. Güven somuttan yola çıkar. O somutun kişisi benim, diyebilelim. Ben gerçek değilsem benim dışındaki gerçekleri gerçek diye bana algılatan kimdir?
Gerçeği algılamanın öznesi ben isem, ben, gerçekten daha gerçekçiyim. Öyle ise buna inanmam gerekmiyor, güvenmem yeterlidir. Çünkü ben, inanılmasına gerek kalmayacak kadar somutum. Her canlının duyumlama alanında his edilir özgünlüğüm vardır.
Varoluşumu unutmuyorum. Ama utanıyorum, kendimden utanıyorum.
Günlük televizyon ve gazete haberlerinden zevk almıyorum. Ha(!) unutmadan internet sitelerini de eklemeliyim. Yakın zamanda iletişim olanaklarımıza katılan bu güzelim harikayı yani insan dehasını anmadan geçmek ayıp olacak.
Soyumuz nede yaratıcıymış!
Kulanım kapasitesi ve manevrası hakkında henüz yeterli bilgiye sahip olmadığımız internetle neler yapılmıyor ki? Hele uydular sayesinde insan elinin tüm hücre ayrıntılarının röntgeni nasıl çekildiğini anlattıklarında iftihar etmiştim insanla. İyi ki insanım, demiştim.
Günlük savaş haberlerinin duyurulduğu dünyamızda yaşamak ise, utanç geliyor bana. Hatta habere ilgi sırf savaş konularıyla sınırlıymışçasına savaşa ihtiyaç duyan medya sektörünün kışkırtıcılığını görünce dehşete kapılıyorum. Bu durumda, hayvanlardaki, kedi ve köpeklerdeki huzuru görünce, savaşı bilmeyen ve savaşmayan canlıların dinginliğine imreniyorum.
Demek ki, canlılar âleminde aynı türden olanlar arasında garaz yokmuş. Garaz bağlayan, kin güden hayvan kendi soyu içinde kabul görür mü? Bilinmez…
Bazen de savaş teknolojisinin ürünleri sergilenir. Televizyonlar ve medya içten katılırcasına haberini verir. Öyle ki, bu yenilikler geçmişteki dünya savaşlarında kullanabilmişlik ihtimaliyle rakiplerin pozisyonlarındaki değişim tartışılır. Geçmiş sanki değiştirilerek yeniden dizayn edilir.
Anlaşılacağı üzere, insan hayali günün olanaklarıyla geçmişi kendi dünyasında değiştirerek tasarlayabiliyor. Yaşanılanı yaşanmamış varsayıp yaşanılanları yaşanmamış düşünebiliyor.
Ne kadar esnek ve elastik bir makineymişiz. Bir de barışın makinesini icat edebilsek! İstediğimiz kadar savaşabilirdik. Nede olsa, bir düğmeye basıp, henüz başlamadan savaşı durdurabilirdik. Hatta keyfini çıkarırdık bu eğlencenin.
Hem kendimizle oynardık hem de barış makinesiyle.
Hiç kendinizle oynadınız mı? Ne kadar eğlenceli olduğunu biliyor musunuz?
Ben sıklıkla oynarım kendimle. Yalnızlığım kendimle oynadığım anlardır. Toplum içindeki rolüme katılmadan oynarım. Bundan ötürü pek neşeli gelmiyor bana. Çünkü, bu rolü belirleyen ben değilim. Savaş tanrıları adımıza karar kılmış, mecburen katılıyoruz. Ya seyirciyiz ya da taraftar.
Seyircilere biçilen rol taraftarlara verilen rolden daha önemlidir. Bundan dolayı çoğunluğu onlar temsil ederler. Onlar, azınlığa düşseydi savaşlardan gelir sağlanmazdı. Kişi başına düşen savaş geliri ve rantı azalırdı. Miktar bölüşülünce cüzi kalırdı. Cüzi miktar için savaşmaya değmezdi.
Öyleyse, şavaşlar maddiyat için para ve zenginlik için çıkarılıyor. İyi de, olanak sağlamak için insan öldürmeyi aklım almıyor. Çünkü uydulara, internete, gen mühendisliğine bakınca yaratıcılığın sınır tanımadığına tanık oluyorum. İnsanın kopyasını yapan insan, para pul için yani daha fazla zenginlik için savaşın dışında başka seçenekleri yaratamıyor mu? Yaratıcılığını savaşsız zenginlik için kullanamıyor mu?
Öldürmek yaratıcılık mıdır?
Soyumuz, zor şeyleri nede rahat başarıyor! Demek ki, insanın üstesinden gelemeyeceği zorluk yokmuş. İnsan her türlü zorluğu başarıyor ve başarmıştır. Soyumuz, , güçlüğü nede rahat seviyormuş!
Vay be!
Birde kolayı başarsaydık!
Kolayı neden başarmıyoruz?
7 gün herkes dünya barışını konuşsa, 8. günde yoksulluk kalır mı dünyada? 7 gün barışı konuşmak mı kolaydır, yıllarca savaşmak mı? Veya savaşan bir taraf, rakibine”arkadaş ben seninle savaşmayacağım, gidip barışı konuşacağım” dese, rakibi ısrarcı mı olacak ?
Denilecek ki, abartıyorsun, ne savaşı be! Topu topuna birkaç bölgesel savaş ve birkaç ülkede iç savaş var, hepsi bu. Doğrudur. Bu tespite katılıyorum. Peki, bunca seyirciyi nasıl ve ne ile idare ediyorsunuz. Bunu anlamıyorum. Bilmek istiyorum.
Seyircilerin ne ile tatmin edildiklerini bilmek hakkım değil mi?
Bütün ülkelerde savaş olmadığına göre, savaşanlara sesiz kalışları nasıl sağlandı? Bunun sırını kavramak istiyorum.
Bende yıllarca bir savaşın direk veya dolaylı tarafıydım. Seyirci kalmaya vaktim olmadı. Seyirciliği öğrenemedim. Seyirciliği öğrenmemekle iyi mi yapmışım kötü mü yaptım, onu da bilmiyorum. Çünkü çocukluğumdan beri barışın yüzüne rastlamadım.
Diğer ülkelerdeki savaşlara seyirci kaldığım söylenebilir…Ama oralardaki savaşları gündemime alacak kadar rahat değildim. Kendi acılarıma gömülmüştüm. Kendi acılarımı kaldırmaya bile yetmiyordum. Oradaki tarafların beni mahzur görmesini ve beni bağışlamalarını diliyorum.
Ülkemizdeki savaş bitince yani acılardan kurtulup nasıl olacağımı ve onlar için ne yapacağımı şimdilik kestiremiyorum. Çünkü acılarım benden uzaklaşmamıştır.
Acı çekenler arasındaki dayanışma mutluluk getirmez. Bunu biliyorum. Böylesi dayanışma, acıyı biri birine bulaştırmaktan başka işe de yaramaz.
Taraflar arasındaki dayanışma ise, her acıyı çözebilir. Bunun adı barış mıdır veya salt barış mı böyledir?
Dünya barışı olsaydı, savaşlar çıkabilir miydi?
Bunu net bilmiyoruz. Elimizde yeterli veri yok. Tecrübemiz hiç olmadı.
Bildiğimiz tek şey, savaşlardan dolayı barışın gelmeyi düşünmediğidir. Çünkü o, böylesi yıkıcı ve gürültülü ortamları sevmez. Bazen bir kuytuya çekilip olanları uzaktan seyreder hatta bakmak bile istemez. Kaçar.
Barış huzur düşkünüdür. O, kendisinin ilk var oluş döneminin arifesini bazen özler. Yani, insan tarihinde savaşların henüz bilinmediği, bir buluş olarak savunulmadığı öldürmezlik zamanların nostaljisine kapılır. Bir o kadar da ürkerek anımsar. Çünkü varlığını savaşa borçlu olduğunu bilir. Savaşlara karşı nankörce davranmaması bundandır. Savaştan uzak durarak onun, yaşamını uzatıp adeta vefa borcunu öder. Onu doğuran savaşın kendisidir.
Arife dönemi(insanın savaşa dair henüz hiç şey bilmediği zaman kesiti)tıpkı anne karnındaki gebelik dönemini andırır. Doğduktan sonra(barış) ilk acıyı gören her insan anne karnına dönmeyi özler. Diktatörler öldükten sonra anne karnındaki vaziyeti alırlar. Arife döneminin sırrı budur. Anne karnı rahat ortam olarak onların bilincinin kuytusunda hayat boyu özlenen ve geri dönülmek istenen en huzurlu mekândır. Öyle bir istek ki, ölüme rağmen diktatörün cesedini anne karnındaki vaziyete büründürür. Dönüş isteği kendini cesette yaşatır!
İşte, barış ilk acıyla kişinin dünyasına yerleşir. Bu yüzden barış, acıya ve savaşa minnettardır. Anne karnından da korkar.
Anne karnı insan tarihinde her kişi için bir arifedir. Doğmakla savaş veya barışın tarafı seçilir. Hangi taraf seçilirse seçilsin içeriğinde acı mevcuttur. Geri dönüşü tetikleyen ise acısız yaşama isteğidir. Kişi, hayatında bulamadığı ortam olarak gebelik sürecinde tekrar yaşamak ister. .
Hayatın ilk öğretmeni maalesef acıdır. Kişi karşılaştığı ilk acıya verdiği tepkiye göre yolunu belirler. Kimisi acısını anlar kimi acıdan kaçar.
Acıyı anlayan mutluluğun yoluna saparken, acıdan kaçan ise kaçış biçimine göre ya çilenin esiri olur veya bizzat acının yaratıcısı kesilir.
Hayat, acı ve mutluluğun karşılaştığı sınırda barınır. Hayatı mutluluğa çeken onu mutlu yaşar, acıya çeken ise çileye gömer. Hayatın durduğu mesafeyi acı belirler(tıpkı ilk karşılaşma gibi). Acısını anlayan ezilmeyi ve ezmeyi tercih etmez. Acısını anlatan onu yaşatır.
Hitler kendi acısını anlatım yolu olarak şiddeti seçti. Acısını anlayamadı.
Hitler’in hayatını okuduğumda dehşete kapılmıştım, ona üzüldüm ”Vay be(!) Acı, insanı neye dönüştürüyormüş” dedim, kendi kendime “demek ki, acı kişiyi kendisine benzetir”. Bir müddet sonra onu, acının yaratıcısı yapar.
Birinci dünya savaşı olmasaydı Hitler oluşmazdı. Stalin de. İkisi zor tarafından yaklaştı ve zoru başardılar.
İnsanları sürüklemek bir yetenektir, kimi şiddetle bunu yapar kimisi sanatla. Hitler, maruz kaldığı dışlanmışlığı kavrasaydı, birinci dünya savaşının acılarını tuvale aktarıp renklerin diliyle anlatacaktı. Ressam geçmişiyle Gurines tablosunun yaratıcısı olmazdı.
Kendisine “Bunu siz mi yaptınız bayım” soran Alman subayı “Hayır bunu siz yaptınız” cevabını alır Picasso’dan. Bir ressamın(Hitler’in) subayları başka bir ressamı dünyaca sürükleyici kılmıştır. İlginç değil mi?
Acı hayatın öğretmeniyse örgencilere kalan onu iyi anlamaktır. Kolayı seven için acının tesiri olmaz. Zoru sevenler onu yaşatır. Picasso kolaycı bir anlatımla çağlar boyu sürükleyici olacaktır. Diktatörler peki?
Picasso kolayın yolunu bildiğinden dolayı cazibesini halen sürdürür. Kolayın yolunu bulmanın dışında, dâhilerin başka ne mucizesi olabilir ki?
Dahi olmak için kolay düşünmek gerekir, düşünme güçlüğü çekenler mutsuzlar ordusuna katılır. Dâhilerin çoğu eceliyle ölmüştür
Dâhiliğin yol ayrımını belirleyen dürüstlüktür. Dürüst olmayanlar kurnazlık ve şeytanlıkta yeteneklidir. Böylece, yıkıcı amaçlara odaklanıp yoğunlaşırlar.
Hitler, karşılaştığı ilk kırılmayı anlamış olsaydı hayatında başka kırılmaları artık yaşamayacaktı. Acısını anlamış biri olarak huzur bulacaktı. Öylelikle mutlu kalacaktı. Benzer şeyler Stalin için de geçerlidir. Öyleyse savaşları yaratan kişiliklerdir. Savaşlar olmasaydı, tahrikçileri saydam görme şansı yükselirdi. Böylece kolay düşünecektik.
Genel bir söylemdir:”Önemli olan zoru başarmaktır, kolayı herkes başarır”. İnsanın söylediği en büyük yalandır bu. İnsan tarihinde bundan daha büyük bir yalan henüz söylenmemiştir. Yalanın tarihi incelenirse, bu sözü sıralama bakımından birinci ve baş sırada kim indirebilir? Bu sözü baş sırada indirebilmek ve bunun üstünde daha büyük bir yalan söylemek için “Bu söz doğrudur” demek gerekir. Bu sözü başka yalanla başka türlü geçmek ve geride bırakmak mümkün değildir. Dilin ve sözün tarihinde geçilmeyen tek yalan budur.
Yalan, en zor söylenecek sözdür. Öyle değil mi?
Yalanı bilmediğimizi mi sanıyoruz?
Dilin yürekle bağı koptuğundan beri her sözcüğü tetiğe basar gibi savururuz. Bu cümlede ”savururuz” kelimesi yerine “savuruyorlar” yüklemini kullanabilirdim. Öylece kendimi daha dürüst göstermeye teşebbüs edecektim. Dâhil olmazdım. Anlayacağınız üzere yalan söylemiş olacaktım. Hayatta karşılaştığımız yalanlara yalanla cevap verme mecburiyetinde kalmak bizi bıktırmadı mı? Yazmak, dürüst kalma şansı verdiği için tercih ettim. Yanlış anlamayın sadece yazdığım sıralar dürüstüm, bunun dışında hep yalanla baş başayım. Hiç olmazsa bu satırları dürüstçe yazmak istiyorum.
Hayatında acıyla hiç karşılaşmamış insan yalanı bilmez. Ömrünü, acıyla hiç karşılaşmadan tamamlamış kimseleri biliyor musunuz? Tanıdığınız böyle kişiler var mı? Tarihte bu tür bildikleriniz olmuş mu?
Yalanın atası acıdır, desem, aforizmalı düşünmeye meraklı olduğum sanılacaktır. Neye sayarsanız sayın, acı ağacının gövdesinde yalan göverir.
Yüreğimize yakın olsaydık, yalanları yaşamadan erken fark edecektik. Zorluklarla karşılaşmazdık.
Kişi, acısı kadar hayata yalan söyler. Bu yüzden hayata soru sormaz. Cesaret etmez. Hafızada yalan varsa unutkanlık kaçınılmazdır. Acısını sorgulamayan(anlamayan)insan tehlikelidir.
Hayata soru sorma yürekliliğini gösterenler, çilenin tanımını da bulabilirler. Bu tanıma göre, refahın ve huzurun reçetesini eline geçirebilirler. Öylece kendini kandırmaz. kimse.
Kanmayanlar için hayat alabildiğine kolaydır.
Ömründe bir kez bile dünya barışını yaşamamış insan neye yarar? Bu soruyu hayata sormak istiyorum. Ve cevap arıyorum…. Belki de hayata ilk sorumdur bu, belki de soru sormaya yeni cesaret ediyorum. Bu konuda yalanım varsa bana kalsın, lütfen! Kendime haksızlığı göğüsleyerek bu hakkımı kullanmak istiyorum. Kendimize sakladığımız yalanlarımız hiç mi yoktu? Onları kime söylüyorduk?
Kolayı ne zaman başardık?
Önemli olan zoru başarmaktı! Hayat ne zaman kolay olmuştu?
Herkesin yaptığı, zoru başarmak değil midir? Kolayı kim başarmıştır? .
Savaş çok mu kolaydır? Lütfedip savaşanlara hiç sordunuz mu?
Ben sordum. Hiç biri savaşın güllük gülistan olduğunu anlatmadı. Bunların bir kısmı halen savaşıyor, bazıları ise hayatta değiller. Savaş kurbanı oldular. Kendime sakladığım yalanların içinde bu deyindiklerim mevcut değildir.
Böyle şeyleri rahatça anlatırız. İnsan böyledir zaten, çevresine rahatça anlatabildikleriyle dürüstlüğünü kotarır; söylemeye zorlandığı şeyleriyse yalana büründürür veya kendine saklar.
İnsan hangi zoru başarmamıştır ki? Öylesine zor bir hedef gösterin ki, insan tarafından başarılmamış olsun?
Ozon tabakasının delinmesi insanın başarısıdır. Doğayı tehlikeye çeviren insandır, aids insanın başarısıdır, bir çırpıda gezegenimizdeki hayatı sonlandıracak teknik icatlar başarılmıştır vs vs…
En zoru ise savaşmayı başarmaktır. İnsan daha hangi zoru başarsın? Savaşmanın ötesinde daha zor ve güçlükle gerçekleşecek başka başarı var mıdır? Bunların başarıldığı inkar mı edilecek? Savaştan daha zor olan nedir bu dünyada? Ve insan ne zaman savaşmamıştır? Savaşmadığı zaman aralığı ne kadar uzundur?
Buyurun (!) size, başarılmış zorlukların tarihi…
”İnsanın üstesinden gelemeyeceği hiçbir zorluk yoktur” sözüyle, türümüz halen iftihar eder.
Okun ilk icadından beri, insan zorluklarla uğraşıyor ve güçlükleri gerçekleştirme deneyimi kolayı başarma deneyimiyle kıyaslanmayacak boyutta fazladır.
Okun icadıyla sadece hayvanlar avlanmadı, insanla tanışma vesilesi doğdu. İnsan, oktan aldığı cesaretle yeryüzünde rahat dolaşma olanağına kavuştu. Tanımadığı sürü ve gruplarla temas sağladı. Onlarla savaştı. Bu savaşlar sayesinde değişik kabilelerle iletişim kurdu.
O zaman, insanlar şimdiki gibi iç içe geçmemişti. Enternasyonalizm ve entegrasyon gibi hukuki ve gönüllü kaynaşmayı tartışmıyordu. İngilizce gibi dünyada konuşulan ortak dil yoktu. Kimse kimsenin dilinden anlamıyordu. Tercümanlık okulları yoktu. Bundan dolayı hangi grup diğerleriyle karşılaşınca ok çekmeye davranırdı. Çünkü onları tanımıyor ve anlamıyordu. Bu başarılar kolay değildi, hepside zor belayla oldu.
Dünya yüzeyine dağılma ve artık gidilecek ücraların bulunamamasıyla iç içe geçiş gerçekleşti. İnsan başkalarını tanıdı. Dünyaya yayılma tamamlandı. Dilin kabiliyetiyle sosyal bilgi birikti. Bilgi evrenselleşti.
Bu süre zarfında şiddetin nelere kadir olduğu anlaşıldı. Şiddet tanrısal değer kazandı. İnsan insanı yenmeseydi tanrı yaratmayı düşünemezdi. Güç ve korkuyu halen kendi türünden bekleyecekti. Ne vakit ki, insanın yenilebilinir olduğu yani mağlup olacağı anlaşıldı, putları vb güç simgelerini yarattı. İlk zafer ve ilk yenilgiyle insan artık insanın gözünde düşmüştür.
Tanrılar koleksiyonu karıştırılırsa, içinde sadece ve sadece “yenilgi tanrısı” eksiktir. Bu şunu gösterir, kovalanmanın ve kaçmanın dışında başka savunması bulunmayan o korkak yaratığın zorbalıktan başka hayati güç kaynağı yoktur. Türümüz, zorun büyüsünü iyi bellemiştir. Yenilgiyi itibarlı görmüyor.
İnsan, öldürdüğü hiçbir şeye değer vermez. Hayvanı öldürdüğü günden beri onu horlar. Sonra insan öldürmeyi öğrendi. Kıydığı insanı, hayvandan daha değersiz ve aşağılık görmeye başladı. Kıymakla değer yitimine uğradığını düşünseydi onu sürdürmekten cayardı.
Tanrıların vasıfları irdelenince, insanın ne tür zorluklar başardığı görülecektir.
Gözümüzün içine baka baka, insanın zoru başarmadığını iddia etmek ve bu söylemi 21. yüz yıla taşırmak yalancı ve inkarcıların huyudur. Can çıkar huy çıkmazmış. Bu huyla şiddet sürdürülüyor.
Soyumuzun başarı hanesi şiddetle dolmuştur. Hanede boş yer kalmamıştır. Tarihe kalmanın (yazılmanın)anlamı kalmamıştır. Çünkü doğa öcüye dönüşmüştür. Kimsenin sosyal konumuna, zenginlik kaynağı ve gücüne bakmaksızın yani ayırım yapmadan hepimizi yutabilir. Buda insanın başarısıdır.
Doğa karşısında kimde dayanma kudreti vardır? İşte(!) tehlikenin içinde yaşayacak kadar zorluğa alışıyoruz. Bundan daha büyük cesaret var mıdır? Başarılar cesaretle kazanılır….
Savaş seyircileri de bu güçlüğe tabidir. Onlar çok başarılıdırlar.
Düşünme fobisini saymazsak, insanın çekindiği tehlike hemen hemen bulunmuyor. İnsandan gelen bütün tehlikeler rahatlıkla göğüslenebiliniyor. Çünkü zora alıştık.
Zorluğa öylesine aşina olundu ki, dünya barışı tehlike görülüyor. Türümüz bunu düşünmekten korkuyor. Düşüncelerden değil, düşünmekten korkuyoruz. Çünkü düşüneceğimiz konuların bizi nasıl değiştireceğine emin değiliz. Değişmiş halimizin değişmemiş halimizden farkını kestiremiyoruz. Dünya barışını karşı düşünme fobimiz vardır. Neler değişir, kim kazanır, ne kaybederiz? Bütün bunları bilmiyoruz.
7 gün, dünya barışına kilitlenmeye ne dersiniz? Buna cesaretiniz var mı? Herkesin buna katılmayacağından korkuyoruz, değil mi?
Haklısınız. Çünkü, dünya barışı tecrübemiz yok….
Bilinci oluşturan salt öğrendiklerimiz değildir, düşündüklerimiz de bilince dönüşüyor. Güncel yaşantımızda dünya barışını kimse öğrenmedi, bunu öğretecek dış dünya gerçekliği mevcut değildir. Çünkü oluşmamış ve hiç olmamıştır, emsal yoktur. Öyle ise bunu öğrenme ve bilme kaynağından mahrumuz. Düşünmekten başka yol kalmıyor. Bu yolu da, düşünme fobisi tıkamıştır.
Ne yapacağız?
Türümüze bak hele! dünya barışını öğrenme ve öğretme kaynağından yoksunuz. Böyle dünyaya; içinizde geçenleri noktalı yere doldurmanız için boşluk ayırdım. Siz de konuya dâhil olun. Nede olsa konumuz dünyacadır. Yalnız başıma barışı sağlayacak değilim. Üstelik kişisel barış işime pek yaramaz. İletişim çağındayız, diyor, bazı kolay başarılar. İletişim, yalnız bırakmaz insanı.
Yıkıcı başarıların gölgesinde kalsa da, yapıcı icatların hayata kattığı yenilik yaşamı kolaylaştırır. Ne var ki, böylesi yenilikler savaş erki tarafından istismar edilmekten nasbini hep almıştır.
Zorlukları başarma geleneğinin savaş kültürünü meşrulaştırması yönetsel mantaliteyi özgünlükle pekiştirmiştir. Püskürtülmesi hayli güç olan bu mantalitenin, insan doğasına uygun dönüşümünü sağlamak, basitten karmaşığa doğru bir seyir gerektirir.
Türümüzü çatışmalı ve yıkıcı haklılıklardan kurtarmak için, hayatın sıradan ve basit öykülere tanık olduğunu anımsatabiliriz. Tüm mesele bakış açımızla ilgilidir. Nasıl bakarsak öyle görürüz. Görünenlerin etkisini bakışımız belirler.
Barışla sonuçlanmayan savaş yoktur. Dünya savaşları bile öyle noktalandı. Savaş kademesinde bulunmuş çoğu yetkililer, belli bir yaştan sonra pişmanlık dolusu anılar yazdılar. Bu anıların çoğu satırları ”keşke” içeren, geçmişe dönük arzular içeriyordu. İnsani olduğu gibi saygınlık uyandırdılar. Bence asıl hazine budur. Bu anılar, insanlığın en zengin hazinesidir.
Yakın geçmiş incelenirse, önemli kademelerdeki yetkililer bu yolu severek tercih etmiştir. Geleceğe miras bırakmak amacıyla pişmanlıklarını yüreklice dile getirmişlerdir. Çoğu, katliamlara karışmış veya yönetmiştir. Savaş anılarının miras olmadığı bilinciyle, savaşa göndermede bulunmaktan kaçınmışlardır. Savaşmazlığı önemsetmeye didinmişler.
Gerçek böyleyken, ilerde pişmanlık duyulacak edimlere bile bile neden teşebbüs ediyoruz?
Soyumuzun üstesinde gelemediği bir gen olabilir mi? . Bile bile hata yapma geni! Bile bile hata yapmak insana özgüdür.
”Eşek, eşek olmasına rağmen bir defa çamura batar ”Kürt ata sözündeki çıkarsama, insan için de geçerli olmalıydı. Hayvanlar gibi hatalarımızdan keşke ders çıkarsaydık, çamurdan çıkmalıydık.
Kolektif hafıza acılardan ve yıkımlardan ibarettir. Yılbaşı kutlamaları ve sönük geçen dünya barış günü dışında ortak sevinç paydası yoktur. Lakin acı bütün insanlığın hafızasında ortaktır. Kolektif hafıza acının denetimindedir. Her kişi böyle hatırlar.
Bu hafızanın niteliğini belirleyen insan olduğuna göre dünyadan sevinç ve moral beklenmiyor. Böyle olduğu için yaratıcılıkta erdem aranmıyor. İnsanın iflah olmayacağı kanısı kronik sanılıyor.
Süründüren başarılara rağbet, yarış biçiminde körükleniyor.
Barış yaratıcılık sorunudur. Dünyada her şey üretildi ama, kimse barışı henüz yaratamadı. Ne dehalar gelip geçti, uzaya dair açık ufka sahibiz. Evrenin her yanını öğreneceğimize kuşku duymuyoruz. Bunca beyin, bunca yüreğin kapasitesi savaş ezberini bozmaya yetmiyor.
Savaş ezberlenmiştir.
Bilim insanları, süründüren başarılara daha çok rağbet gösteriyor. Günü kurtarmak ve akla gelen fırsatları kaçırmamak adına, teknik yaratıyı savaş ticaretine peşkeş çekmek yıkıcılığa destek sunar.
Yaratıcılık, sanatta olduğu gibi bilimsel icatlarda tekil ve şahsi süreçtir. Laboratuarda veya esin anında, yalnızlığıyla buluş sancılarını yaşayan bilimci, toplumsal sorumluluk paydasını yitirebilir. Yaratısının sonuçlarını düşünmekten ziyade, buluşun yeniliği ve kendisine kazandıracağı rahatlığına kaygısına kapılabilir.
“Dünyayı ben mi kurtarırım” diyerek, ürettiklerinden nasıl nemalanacağını hesaplayabilir. Böylece, her deha savaş budalalarının ağına düşer. Oysa savaş egemenleri savaş tekniğini yaratanlar kadar zeki değildir. İşte(!) zekânın trajedisi!
Kolektif hafızada, insanlık için fedakârlık kayıtlı olmadığından bulunan fırsat kaçırılmak istenmez. Savaş teknolojisine eklenen her yenilik, yeni savaş kararı ve planı demektir. Yeni teknoloji, yenme ve galip gelme inancını pekiştirir.
Teknik bilimdeki dehaların çoğu politik budalaların tuzağına düşmüştür. Zekânın hazin öyküsü böyledir. 1800 li yıllardan beri şaha kalkan teknik icatlar düşünülürse, mucitlerine vefa sağlamayan yaratılar kime yaradı? Aylarca gebelik sancılarıyla depreşen kadının, sonradan hayırsız evlat muamelesine maruz kalmasını beddualar bile kurtarmaz.
Vefalı evlat arzulayan her ebeveyn gibi, bilimcilerde vefalı ve sadık yaratı istemelidir. Doğuracağı ürünün sadakatini gebelik sürecinde analiz edebilmelidirler. Çünkü bilen o dur. Laboratuar döneminde dünyanın gerçekliğini ve insanlığın kullanım niyeti ve yaklaşımını kavramayan zekanın genetik sorunları vardır. İşi ve barınacağı evi bulunmayan kadının hamileliği, sağlıklı annelik duygusuna yorumlanamaz.
Kolektif hafızada sevinç ve ortak moral değerleri baskın olsaydı, buluşların yıkıcı sonuçları bu ortaklığa feda edilirdi. Ama ezberin okulu olan acılar, soy güdüsünü öylesine hırpalamış ki, dünyayı kendi buluşlarına feda eden mucitlerle başbaşayız.
En büyük yaratıcılık barışı yaratmaktır. Hiç bir icat, barış kadar insanlığa katkı sunamaz. Bütün dahiler ve 7 miyar insan için tek zeka testi budur. İnsanlık bu zekâ sınavını geçebilir mi? 7 gün, dünyaca düşünmek kolektif hafızada yenilik yaratabilir mi?
Güncel durumda kendine aptal demeyen zeka, zeki değildir.
Vefalı evlat misali vefalı ürünler atasını üzmez, sevindirir ve ömür boyu sadık kalır. Barışın sadık olmadığını kim iddia edecek?
İnsanlık tarihi, kolektif hafızaya evrensel ölçüler ve dinamikler katmadı. Bunda hafıza suçlanamaz. Yaratılmamış ki, hafıza unutsun. Olmayan şeyi hafıza hatırlamaz, çünkü kayıtlarda mevcut değildir. Öğrenilmemiştir.
Kimse kimse için fedakârlık yapmaz, kimse dünya ile barışmak istemiyor. Ezberciler buna hazır değildir.
Soy güdüsü aşındığı için, uğruna fedakârlık yapılacak(emsal alınacak) insanlık değeri hatırlanmıyor. Bundan ötürü, bilimciler kendi yaratılarının yıkıcı sonuçlarını önceden bilerek pazarlayabiliyor.
Soy güdüsünün pozitif yanına atfen söylenen “tarih boyunca insanlık hiç olmadı” görüşüne katılıyorum.
Bilinç öncesi tarihte atamız henüz insan olmamıştı. Bildik insan vasfından uzaktı. Bilinçten sonraki evrelerde ise, şiddeti içselleştirip buluş gibi kullanmayı tutturdu.
İnsanlık denilen paydanın en asli unsuru, insanın insanı öldürmemesidir( lüks sayılacağı için diğer asli unsurları belirtmeden geçeceğiz). Öldürmezlik arife döneminin çok uzak kesitine tekabül eder. Hayvanlar üzerinde sınanan yöntemlerden çıkarılan sonuçlar, sosyalleşmekle birlikte insana yöneldi. Geçmişinde öldürmezlik bulunan türümüz, bu evreden sonra insan öldürme tecrübesi edindi. Gittikçe bunu kurumlaştırdı. Uzmanlık alanı olarak askerlik olgusunu pekiştirdi. O vakitten beri öldürmek, büyük kahramanlık ve keramet misali övülüp taktir almıştır. Öldürmek, geçim kaynağı olmuştur Meslek eğitimine dönüşmüştür.
İnsanlık güdüsü her ölümden ağır yara almıştır. Bu yara salt ölenin yakınları ve çevresiyle sınırlı kalmaz. Öldüreni de hırpalamıştır. Ölen ve öldürenlerde insanlık güdüsünün doğal yapısında yarılma başlamıştır. Bu yarılmada meydana gelen açıklık büyüyerek artmıştır. Taraflar arasındaki bu açıklık şiddetle doldurulmuştur.
Kişinin ömründe, çocukluktan sonra soy güdüsü aşınmaya uğrar. Kral ve kraliçe sarayında doğsa bile, bu sonuçtan kurtulamaz. Mevcut dünya haberleri ölüm konularına endekslidir. Buna üzülmediğini söyleyen insanlığını zaten yitirmiştir. Üzülüp de bir şey yapamamak yani yetersizlik acı eşliğinde içten vurur. . Çünkü dünya barışına ancak dünyaca yetebiliriz. Kimse tek başına yetemez. Dolayısıyla, hem üzülenlerde hem üzülmeyenlerde soy güdüsü mutlaka yaralanır.
İnsan öldürmenin miladıyla güvensizlik kurumlaşmıştır. Güven duygusunu salgılayan soy güdüsüdür. Savaşlar, güvensizliğin tarihini oldukça uzatmıştır. Bu tarihi uzatmaya ihtiyaç var mı?
Güvensizlik, değişik biçimler ve kılıflara bürünüp serpilmiştir. Yayılmıştır. Öyle ki, insana güvenmemek en büyük tedbir olmuştur. Gerçeğe bakılırsa, insana güvenmemenin bir sürü haklı gerekçesi bulunur.
Bütün mesele, bu güvensizliği aşmaktır. 7 günlük barış tatili güven duygusunu onarabilir!
İnsanlık denilen şey güvendir. Doğa ve evrene dair öğrenilenlerin, insan bilgisiyle sentezlenmesi bunu sağlar.
İnsanlık güdüsünün etkisi herkeste cılızdır. Bu güdü, tarih boyu kendi ortamını yani huzuru bulamadı, serpilemedi. Kısıtlı haliyle salgıladığı duygunun bilinçle teması, insan faydasını koruyacak yeterlilikte değildir. Bilimciyi, bulduğu yeniliklerin muhasebesini yapmaktan böylece alıkoyar. Buluşçu, insanlığa sağladığı katkıyı düşünmek yerine, kendisiyle sınırlanmış sevinçle yetinir. Onun için insanlık öncelik değildi, kendisiydi. Oysa, ne yaratılırsa yaratılısın sunumdan itibaren sahibine ait değildir. Kullananların malıdır.
Söz konusu atom bombası, nükleer silahlar ise…veya silah sektörüyse, yaratıcısının(bilimcinin) bilincinden ziyade güdüsünü sorgulamak gerekir. Vicdan, ahlak vb değerler etkili ölçüler değildir.
Bilimci niyetine, insan öldürmeye yardımcı olmak zor iş olsa gerek…Türümüzün seçkin kafaları böylesi zorlukları da pekiştirebiliyormuş!
İnsan öldürmek kolay iş mi?
Belalı başarılar mutlu edemez, bela getirir. Hayırsız evladın, anne ve babasını dövmeye benzer. Geçmiş, belalı başarılarla örülüdür.
Yapıcı yaratıcılık soy güdüsünün doğal yapısıyla bağlantılıdır. Muhtaç olduğumuz budur.
Öyle ise, bu güdüyü huzura kavuşturalım. Barışın güdüsünü besleyip doğallaştıralım. İçimizi(içimizden) sıkıp boğazlamaktan cayalım. Hepimize yazıktır. Tek bir kişinin dünyayla barışmaması herkese zararlıdır.
Barış bir duygudur. Duygu yoksunluğunu telafi etmek için evrensel hafızaya başvurmak yararlıdır. Maalesef buda bizde yok. O zaman başka seçenek deneyelim…
Yoksayma yöntemine başvuralım.
Savaşları yok sayalım. Savaşsız yaşama hazır mıyız? . Şu andan itibaren savaşlar durmuştur. Onları yok görüyoruz. Buna razı mıyız?
Evet mi, hayır mı?
Vereceğimiz yanıta göre değişim isteğimizi onaylayacağız. Öyle kolay değildir, tarihsel alışkanlıkların terki lazım. Terk edilen çıkarcılığın yerini ne ile dolduracağız? Huyumuz değişecek mi?
Barış dünyanın gündeminden çıkacak. Barış yüzü görmeyeceğiz artık, onu istemeyeceğiz. Barış savaş çıkarmaz; savaşlar barışı doğurmuştu. Savaşlar bitince barış, zaruri ihtiyaç olmaz. Ona gerek kalmaz.
Silah sanayi, orduların durumu, dünya diplomasisi, ekonomik dengeler vs her şey savaşsızlığa endekslenecek.
Çıkarlarımızı yok sayabilir miyiz? Bu hassas bir konu, bunu yok saymayalım…Kimimiz için hayati önemde, göze alınmayabilir. .
Öldürmeyi yok sayalım. Herkes eceliyle ölecek…Kimse insan tarafından öldürülmeyecek.
İnsan öldürmenin son bulduğu yeni sayfa açılacak. Dünyanın şimdiye dek göremediğimiz farklı yüzü görünecek bize. Göz alışkanlığımız bozulacak. Kulaklarımızın bu güne degin duymadığı renkli sesler ve sözcükler algılayacağız. Büyük ihtimalle algı eşiğimiz sınır belirlemeyecek. Sınırız algılama düzeyine kavuşabiliriz. Şimdiki algı sınırımızı yok sayarak, öyle olacağını düşünüyorum. Algıda eşik, duvar ve pencere kalkabilir. Belki de, tavansız düşüneceğiz…Selamlaşma kalkabilir. Selamsız tanışmaya hazır mıyız?
Mevcut doktrinleri yok sayalım. Stratejileri de…Bunların tümü savaşa göre hazırlanmıştı. Yok sayma yöntemini yukarıda kullanırken, önce savaşları yok saymıştık. Mevcut hesaplar gözden geçirilecek. Bunların yerine neler hesaplanır? Neler yazılacak?
Savaşsızlığın bilgi kültürü üzerinde hangi düşünceler ve yeni sanat biçimleri belirecek? Farklılaşacak mıyız güncelimizden ve güncemizden?
Bunu kestiremeyiz. Çünkü bütün boyutlarıyla gerçeğimizi yok sayamayız. Bilincimiz, bu iyiliği bize sağlamaya müsait değildir.
Bilincimizi yok sayalım! Başarabilir miyiz bunu? Sakın ürkmeyin! Bilinçsiz yaşanmaz deyip, beynin işleyişi biter korkusuna kapılmayın. Bilinç bitince yaşam bitmez, beyine tehlikesi olmaz. Asıl, beyin işlevini yitirince hayat biter ve ölüm gerçekleşir. Öyleyse bilinci yok saymayı göze alabiliriz. Bilinç yok sayılınca içindekiler de yok olur. Bilincim öyle sanıyor. Bilincin içinde neler var?
Bilincin bünyesinde günümüzün bilgileri doludur. Günün bilgileri neye yarar?
Günün resmini çizmekten başka karartıcı özelliği var mı? Simsiyah boya kutusunun beyindeki varlığını kime reva görüyoruz? . Üstelik politik ressamcılık, fırçasını ona bandıra bandıra günün resmini zevkle abartıyor.
Kabın içindekileri boşaltır misali bilincimizdeki bilgileri bir çöpe dökebilseydik, yok sayma yöntemi aklımıza gelmezdi. Bu olanaktan yoksunuz! .
Çöpe dökme seçeneği varsayım yönteminin kapsamına girer. Yöntembilim asırlardır varsayımı kullanıyor. İnsanı düze çıkaracak düzeyde hayrı dokunmadı. Yok saymakla varsayımları yaşanılır kılabiliriz.
Gerçeği, iki farazi sayımla kıskaca almak belasız başarılara götürebilir. Yoksayım ve varsayım kıskacındaki gerçeklik, değişim ısrarı ve isteklerimiz karşısında pek dayanmaz. Onu gönlümüze göre işleyebiliriz.
Gönlün bilgiye ihtiyaca pek olmaz. Onsuz da yapabilir. Onunla uyumlu bilinçle evreni mutluluğa taşıyabilir. Lakin gönlümüzün hizmetinde olmayan bilinç bedenimize düşmandır. Onun hamalı olmayalım. Başka şeyler taşıyalım kafamızda…
Bir kez daha bilinci yok sayalım. Çünkü yoksayım, alabildiğine kolaylık sağlayan bir yöntemdir. Falan bölgedeki savaş hesaplarının, filan ülkenin silah gücünü düşünüp savaş kazanmanın varsayımından daha etkilidir. Bir damla kan dökmeden bu sayımla, , yıkıcılığa karşı bünyemizdeki yapıcılığı ve çözümleri uyarırız.
Yoksayımın bir nevi uyarıcı etkisi vardır. Bizde mevcut olup habersiz yaşadığımız güdüleri, duygu ve hislerimizi şahlandırır. Örneğin, bu satırları yazdığım şu sırada dünyanın hiç görünmeyen tarafını görüyorum. Her şey çok harika, şahane demek eksik kalır; dünyanın tüm harikalarının bir arada toplandığı anı yaşıyorum. Gördüklerimi buraya aktarmak konumuzu dağıtır diye yazmayacağım. Tümü, bu yöntem sayesindedir.
Bilinci yok sayarak beynin canlılığını öldürmeyiz. İnsanın bünyesinde bilinçsiz ve hayati köz daha fazladır. Hepsi de uyukluyor. Onları uyandıralım. Örneğin, bebekler de bilinç mi var? Onları canlılığın coşkusuna katan nedir? Güdüler ve duygular mıdır?
Hayat, belirli süre güdülerin ve duyguların sürüklemesiyle geçirilir. Çoğumuz böyle geçirdik çocukluğumuzu. Bilinç durağından sonra onunla karmaşık seyahate koyulduk. O günden beri bilincin denetimindeyiz. Bilinç kirliliğini yaşıyoruz. Güdülerimize ve duygularımıza şans tanımadık.
Yok saydığımız güncel ilişki, bilgi kültürü, başarı ölçüleri, barış sorunsalı yerine emekleme döneminden itibaren evrensel hafıza geleneğinin öldürmezlik kültürü ve politikalarıyla büyüyecektik. Politika bile rafa kaldırılmıştı, her şey hayat olacaktı ve hayat gibi yaşanılacaktı. Kim bilir?
Maalesef gerçeklik öyle değildir. Gerçeğin hafızasındaki bilgiler şiddet, belalı başarı, belalı övünç ve iftihar kaynağından ibarettir.
Bu hafızayı değiştirebiliriz.
1967 de aya gidildiği söylenseydi kıyamet kopardı. Yuri Gagarin bir varsayım kahramanı olarak 1961 de uzay korkumuzu yerle bir etti. Evrensel hafızaya, uzaya dair yüklüce bilgi ekledi. Bu hafızaya milat oldu. Evrene bakış açımızı değiştirdi, onu yeniledi…Bu başlangıçla, uzay yolculuğu neredeyse ülkeler arası yolculuktan daha kolay oldu.
Doğa ve evren bilgisi dışında; evrensel hafızada, insana dair bilgi kayıtları bulunmuyor. Çocukluğumuz öyle farz edilse de, çocuksuluğun politikası yoktur. Çocuksuluğu ömür boyu sürdürecek bilgi kaynağı ve gelenekten yoksunuz. Her şeyden önemlisi evrensel hafızanın öncesi bulunmuyor, numunesi yok. Bunun için insanla ilgili başlangıç yapmamışız. Hiç olmamıştır. Bilgi tarihinde olmayan şey nasıl öğretilecek. Bilmediklerini kim öğretebilmiştir?
Canlılık tarihi boyunca evrensel hafızanın ortamı oluşmadı.
7 gün, bu konuda öğretmenlik yapabilir. Güzel giriş yaparız, öğretici olur. Böylesi bilginin icadına hepimiz iştirak etmiş oluruz. İnsanlığın dayanışarak ürettiği ilk ortak bilgiye kavuşacağız. Ortaya çıkan bilgiden yararlanmak için kimseye minnet borcumuz olmaz. Emeğimizle yaratığımız bilgiyi gönlümüze göre tüketiriz., kim karışabilir?
Fakat gerçekliğimiz buna müsait değildir.
Evrensel hafızadan mahrumuz. Acil gerekli olan evrensel hafızadır. Bu ihtiyaç, ekmek, sudan ve havadan daha acildir. Elzem olanı yaratamayız mıyız?
Bence kolaydır.
Yeter ki bilincimizin kulağı duygularımızın sesine açık olsun.
Güdüler ve duygular hata yapmaz. Onların hata yaptığı kanısı, bilincimizin varsayımıdır. Bilinç, öylelikle kendi önemini baskın kılmıştır; kendi ortamını yaratmıştır. Bilincimiz güdü ve duygularımızdan varsayımla uzaklaştırıyorsa, bizde, bilincin tehlikelerini yoksayımla kendimize yaklaştırmayalım. Ya hiç biri yada her ikisi ! Varmısınız buna?
Tercihimiz ikisinin uyumlu dayanışmasından yana olsun. . . 7 günde bunun çığırını açabiliriz!
Ciddiye alınmaktan mı korkuyoruz? Bunun da çaresi var. . Ciddiye alınmadığım sıralar şu seçeneği hep denerim:
-Güvensizliği yok sayalım!
“7 Gün”kitabını okuyan herkesin, topluca onay verdiğini sanalım. Tümünün ikna olup kervana katıldığını düşleyelim? Ortak niyetimizi his edelim. Hangi duygular resmileşir? Dünyanın resmi duygusu ne olur? Olacakları nasıl tarif edeceğiz? .
Şimdiki olacaklar o vakit, olanlara dönüşür. Buna katılmayı ister misin? İtirazı olan, John Lennon’un “Düşle” şiirini okusun. Buraya aktarmayacağım onu… (Boşluğa düşle şiiri yazılmış varsayılsın, olmaz mı? Onca savaş hesapları varsayımla yapılıyor, bir şiirlik varsayım hakkını kullanmak ta bana düşsün ). . İtirazı olan bulsun okusun. Öylece, “bir bütün olur dünya”.
Bütünün dışında kalmak bir erdem değildir. Kim dünya için ortak çalışırsa, o ortaklığı yaşar. Katkısız davrananın payına az şey düşer.
Başkalarının emeğiyle bir araya toplanmış değerlerden kendine pay çıkarman hakça değildir. Haksızlık ta değildir. Erdemlere güvenmek erdemlilerin hakkıdır. Erdemsizlerin suiistimaline geçit verilmemelidir. Herkes kendi erdemine sahip çıkmalıdır, tıpkı duygularına sahip çıktığı gibi.

“Barış” söylemi altına sinsi savaş planlarını gizleyip, duygulara varana dek sömürenler hangi zaafımızdan yararlanıyorlar?
Öyleyse, dünya barışının yükünü “marjinal enayilerin” omzundan almanın vakti gelmiştir. Yükü bölüşmekle hafifleyelim. Herkes kendi barışının sorumluluğunu alsın. . Buna 7 gününü katsın!
Erdemleri yok sayalım…
Dünyaya tek taraflı erdemde bulunanlar (Doğası gereği, erdemler karşılıksızdır) erdemsizlerin yükünü taşıdıklarını anlatabilmelidirler. Hiç birimiz erdem enayisi değiliz. Ve barış için kimseye yalvarmayacağız. Ya insanların ölmediği bir savaş çeşidini bulun ya da gezegenimizde def olun!

Erdemlerimiz uğruna hayatta kaçırdığımız ve yaşantımızda eksikliğini duyduğumuz çok şeylerimiz oldu. Doğayı kaybetmek üzereyiz, uzay tehditkâr olmaya başladı. Erdemli sayılmak adına evrenin düşmanlık yapmasına kim göz yumabilir? Üstelik doğanın erdemi yoktur;ona nasıl davranırsan öyle davranır sana. İnsanın ikiyüzlülüğünü henüz kapmadı.
Yoksayım? Yoksayma yöntemiyle yaşadık. Zamanla, biri birimizi yok saymaya vardı, bu.
Hayatı yaşamak bir onurdur. Bağımsızlık enerjisi olarak bizi coşturan onur, silahların gölgesini sevmez. Onu kullanmayı asla!
Her ülkenin insan hakları evrensel beyannamesine layıkıyla uyduğunu varsayalım. Kim savaşa ihtiyaç duyar?
Yoksayma yönteminin kişi hak ve özgürlüklerine işlemediğini ve geri teptiğini düşleyelim!
Yok sayma yöntemini uyduruk ve savsatan ibaret mi görüyorsun? Yok saymanın işe yaramadığını mı düşünüyorsun?
De git oradan palavracı! Doğduğun günden beri hangi yöntemle yaşıyorsun?
Ölümü yok sayarak yaşamıyor muyuz? Tüm canlıların bilimden önce başvurduğu yöntem bu değil midir? . Dilden ve sözcüklerden evvel, insanın kullandığı en eski yöntemdir. Bilim, bu yöntemin yanında dünkü çocuktur.
Sen yoktun ki, var olasın; alt tarafı, ömürlük bir canlısın. Bu gerçeği inkar ederek, her gün kendinden gizleyerek yaşamıyor musun? Yalancı!
İnsan yerleşik hayata geçtiğinden beri kendini abartıyor.
Etrafına bak(!) kaç yıl önceye göre tanıdıklarından hangisi hayattadır? Onlardan farkını korumak ve aynı akıbete uğrama korkusunu ne ile dindiriyorsun? Yaşamla… değil mi, sahtekar? Ve ölümü göz önüne getirmeden entrika, dolandırıcılık, sahtekârlık ve insafsızlıkla “dünya nimetlerinin” tümüne egemen olmaya uğraşırısın. Dünya tek benim olsun, diyorsun. Bu hırsla, hangi araç ve teknik gerekiyorsa pervasızlığa bulup buluşturuyorsun.
Dâhileri tuzağa düşüren akademik basamaklarla politik ince yollar döşedin.
Gözün başka insanları görmüyor, tümünü malzeme niyetine algılıyorsun. Gaddarlığınla gurur duyup, beceri hanene habire üstünlük ekliyorsun. Zamana ayarlı bir yaratık olduğun aklına gelmez. Yıkıcı dürtülerin dünya zaferine inandırır seni…Öylece ölümü inkar edersin. Hayatın gerçeğini görmüyorsun. Yaptığın, yok sayma değil mi?
Eceliyle ölmeyi çok görüyorsunuz insana. Buna bile müsaade etmiyorsunuz. Soyumuzun ölüm karşısındaki çaresizliğini kontrolünüze aldınız. Onlara çare yaratınız. Ecele kaptırmadan kendiniz öldürüyorsunuz.
Ecelle yarışıyorsunuz. Hayattaki en büyük rakibiniz eceldir. İnsanların akıbetini ona kaptırmadıkça, , yaşamınızı sınırsız güvenceye aldığınızı varsayıyorsunuz.
Onların eceline razı olmakla kendi ecelinizi da kabul etmek zorundasınız. Bunu biliyorsunuz. Bu gerçeği kendinizden uzaklaştırmak için öldürmeye sınır koymuyorsunuz. Başkalarını ecele bırakmakla(kaptırmakla) ecele yem olacağınızı sanıyorsunuz. Ömür uzatmak, öldürdüğün insan sayısıyla orantılı değildi. Eline silah alan ömür uzatmaya koyulurdu, yoksa.
Öldürdükçe ömür uzatacağınızı sanıyorsunuz. Bu, ecelden kaçışın savunma mekanizması değil midir?
Eceli neden yok sayıyorsunuz?
Ecelin rakibi olarak inşa ettiğiniz ölüm sektörünün, hangi personeli ölümsüzlük sertifikasına kavuştu?
Savaşlardan direk veya dolaylı nasibini almayan canlı var mıdır?
En fazla sen nasiplenmişsin! Koptuğun insanlık güdüsünden dolayı mutluluğun aslını yitirmişsin. Bu kaybını telafi etmek uğruna, dünyanın huzurunu bozarak ölümü gündemden düşürmüyorsun. Böylece rahatlıyorsun.
Siz, eceli öldüremezsiniz. Ölümü öldürmeye gücünüz yetmez. İnsanı öldürmekle ölümü öldüreceğinizi mi sandınız?
Yaşamı öldürmeye varsınız ancak!
Sizin adınıza utanıyorum!
Utanmadığınızı görünce sizin adınıza ben kendimden utanıyorum.
Tarihe kalmakla, kötülükle de olsa hep anılmayı canlılık bellemişsiniz. Doğa buna izin vermez, onda açılan yarayla herkesin adını silecek kadar öfkelidir. Bütün isimleri ve cisimleri silecek yeterliliktedir. Nerde olsan yakalar? Bütün dünya sana diz çökse de o, itaat etmeyecektir. Onun kitabında itaat yazılmaz.
Peki, haksızlık yapma hakkını neye dayandırıyorsunuz? Hangi hakla haksızlık yapıyorsunuz?
Yedi milyar insan, doğaya haksızlık yapmayı bir hakka çevirirse hayat mı kalır?

İnsansın insanlık suçu işliyorsun. Hangi canlı kendisi olma suçunu işlemiştir, kendisi(insan)olmak insan için suç mudur?
Ölüm sektörünü daha işlevsel kılmak için ekonomiyi, politikayı, ordu ve diplomasiyi tüm hırsınızla yaşamın aleyhine çevirdiniz.
Bütün belalı başarılar uğruna, dünyanın zekâ rezervini ve dahilerini tuzağa düşürdünüz. Hepsini bu yöntem sayesinde başardınız.
Hani(!) yoksayma yöntemi işe yaramıyordu?
Asıl, bunu söylemek işinize yaramıyor…Yaptığınız haksızlıkları göz göre göre yok saydırıyorsunuz.
Demek ki, yaşantımız yoksaymakla karartılıyor. Oysa bu yöntemi yapıcı ve yaşatacak başarılar için sınayabiliriz. 7 günlük iş gününden gelen karı yok sayalım. Denemeye var mısınız?
Savaş duygu kirliliğine sebep oldu, hepimizin duyguları kirlenmiştir. Çocukluğumuzdaki orijinalitemiz kalmadı, onun aslı bozuldu. Biz eski biz değiliz. Bize tuhaf şeyler oldu. Evrensel hafızayı yaratırsak, kayıtlarda neşeye rastlayabiliriz.
Bilincin kapanına kıstırılmış güdü ve duygularımızı serbest bırakıp, onları orijinal yaşayabiliriz. Bütün doğallığımızla…Duygu kirliliğinden sıyrılabiliriz.
Deneme yanılma da, yöntem bilimde bir yoldur.
7 gün deneyelim. Hayırlı olmazsa yanıldığımızı görürüz. Denemeden, yanıldığımızı anlayamayız…
Bu bir iş yatırımı değildir. Risk derecesi sıfır bir sınavdır. Kimse iflasa uğramayacak. Dünyaca zeka testinden geçeceğiz. Hepsi bu!
Buna ayıracak vaktin var mı?
Zamanla neden yarışıyorsun? Mutlu olsan, o senle yarışacak. Bu hırs ve aç gözlülükle nereye…?
Ölmeyeceğini mi sanıyorsun? .
”Dünya malı dünyada kalır” mış. Bu amaçla gezegenimizi tarumar ettikten sonra, cennetin yolunu kollayabilir misin? Dünyayı cehenneme çevirirsen hangi Tanrı seni cennete alır?
Bunca doyumsuzluk nedendir? Milyarların ve binlere yetecek servetin var. Sana yetmiyor mu? Onları tüketmeye ömrün yeter mi? Ömür satın alabilir misin? Mümkün olsaydı senden öncekiler satın alırdı. Sana zırnık bırakmazdılar. Tarihin ilk zengini sen değilsin ki…
Çocuklarına bırakacağın en tükenmez miras dünya barışıdır. Bu zenginliği hangi zengin miras bıraktı?
Tüm zenginler gibi sende geçicisin. Öleceksin! Bunu yoksaymakla hayatını motive edeceğine, savaşları yoksayarak moral ve heyecanı varlığından yarat. Yoksayma senin varlığına yalvarsın, varlığın yok saymaya kapılmasın.
Servete katliam katarak servet büyütmek, adil yaşatmaz.
Diyelim ki, insan ömrü 200 yıla uzadı. İnanmazsın, değil mi? Hemen gerçeğe başvurup nihayetinde ölümlü olduğunu kendi kendine kabullenirsin. Bir kıyak ta varsayımdan gelsin! varsayalım, ömür 500 yıl olmuş! Dünya savaşlarına yaptığın masraflar, çıkardığın bölgesel çatışmalar, iç kargaşaların maliyetini açıklar mısın? Sanırım, bin yıllık ömrüne yeterlidir.
Taş çatlasa 150 yıl yaşayacaksın. Uzun ömürler dilerim ama ölüm benim kadar cömert değildir.
Savaşları organize edenler hep yaşlılardır, neden?

Ölümden kaçmayı çevrene ve dünyaya neden yansıtıyorsun. İnsanlar arasında ayırım yapmıyor o. Salt sana degil herkese geçerlidir. Ölümden kaçma isteğin başka ölümlere neden sebep oluyor? Nasıl ölmeme isteğin varsa, tüm insanların da ölmeme isteği vardır. Herkes bu isteğini öldürmek biçiminde dışa vurursa, yaşayacağını mı sanıyordun? Ölüler, önce seni öldürmüştü.

Demek ki, çok az insan ölüm korkusunu şiddetle dışarıya vurur. Diğerleri, hayatın gerçekliğine razıdır. Sende razı ol. 7 gün, savaş planları yapma! Göreceksin, insan insana düşman olmazsa ölüm korkusu hayattan çekinir. Etkisiz kalır. Doyumsuzluğunu ve hırsını körükleyen ölüm korkundur. Aksine, çeyrek mantıkla düşünen, ömürlük ihtiyaçların maliyetini kolayca hesaplar.
Ölümü hatırlatmakla kimsenin yaşama şevkini kırma niyetinde değilim. Bilakis, hayatın düşmanını teşhir etmeye uğraşıyorum. Savaşlar hayatın düşmanıdır. Doğanın ve insanın, evrendeki dengenin düşmanıdır. Savaşanlara değil savaşa düşman olalım! Savaşın mantığını öldürelim
Sınırsız ömür olunca sınırsız imkânlara ihtiyaç doğabilir. Ömrün sınırsızlık talebini, sınırsız imkan yaratarak karşılayamayız.
Bir ömrün maliyetini savaş karşılayamaz. Öldürmek, ömrün maliyetine güvence olmaz.
Politikanın ibresini, ömür politikasına ayarlayalım. Bir insanın ömrüne gereken imkânların miktarı ne kadardır? Bir ömür neyi harcar? İnsan ömrüne göre plan yapalım.
İstediğin kadar harca, tüket, dünyanın manevi olanakları artınca masrafların azalır. Fiyat rejimini belirleyecek yeni faktörler devreye girer. Ucuz yaşatırsan ucuz yaşarsın. Borsa endekslerini dalgalandıran üretim midir? Sende biliyorsun ki, manevi kargaşadır iniş çıkışları dalgalandıran.
Şimdiki fiyat rejimleri savaş mantığının rakamlarıdır. 7 gün etkinlikleri tamamlanırsa 8. günde belirleyici olan rejim, ortak zenginliktir. Ortak zenginlikteki kastım, manevi yeterlilik hatta manevi fazlalıktır. Kimsenin gözü malında yok, korkma! 8. günde emeğine saygı daha da artacaktır.
Manevi fazlalığı gezegenimiz hiç yaşadı mı? Belki de mutluluktan korkuyoruz, yanlış mı söyledim? Başkalarına zararı olmayan mutluluktan söz ediyorum. Zararsız mutluluğu tarif edebilir miyiz?
Bunu tarif edecek kapasitemiz olsaydı, derdimiz kalmazdı. Bende yırtınmazdım. Çünkü, barışı yaşayarak gelmiştik bu güne. Barış, ihtiyaç olmaktan çıkmıştı.
Yaşamadığımız bilgi neye yarar?
Galiba, barış ihtiyaç olmaktan çıktığı gün, bu soru yanıtlanır.
Ölümden kaçmanın yolu hayattan kaçmaya eğilimlidir. Oysa, eceli, silahsız ve kansız karşılamaya çoğumuzun cesareti vardır. Hayat başladığından beri ölenlerin hiç biri ecele kötülük etmedi. Ölümü ürkünç hale büründüren acıdır. Acı çekerek yaşamak cesaretimizi kırar.
Mevcut durum utanç sayılmıyorsa utanmazlıktandır.
İstemediklerini yaşama acısı, kişiyi hem ölüme karşı hem de hayata karşı korkaklaştırır.
Doğduğumuz günden beri hepimiz, istemediklerimizi yaşama acısını çekiyoruz. Bunu biribirimize anlatamadığımız için acımız katlanarak artıyor. İsteksiz yaşıyoruz. Yaşantımız isteklerimizden uzaktır.
İsteklerimizi yaşarsak, ölüm kimin aklına gelir. Mutluluk ölümün beynini yıkar, onu aptallaştırır. Aptalın davranışlarından etkilenmeyiz, ciddiye bile almayız…
Gerçeklik böyle olsa!
Acının tesirinde ne istediğimizi bilmiyoruz. Beynimizin içi, dünyadaki kargaşaya benziyor. Ondaki defineyi keşfedemedik henüz. Bu yüzden hep zor olana sürükler. Üstünde bulunduğu bedenden hıncını öyle çıkarıyor. Çünkü sağlıklı değildir, acısı var. Mide ağrısı yediklerimizin hazmını nasıl güçleştirirse, göz ağrısıyla baktıklarımızı nasıl fark edemiyorsak, beyin acısı bizi bizden koparıyor. Acının algı merkezi olarak doğal isteklerimize odaklanmaz. Delilik budur işte!
Varsayılanın ötesinde, deliliğe salt cinsel bastırılmışlık sebep olmaz. Doyumsuz bırakılan her güdü ve duygu beynin işleyişinde tahribat yaratır.
Merak edince öğrenme güdüsüyle öğreniriz, cinsiyet güdüsü karşılanmadığında strese sürükler, bir gün uykusuzluk çekince sersemleşiriz, acıkınca en beğenmediğimiz yiyeceği

iştahla yeriz, güvenliğimiz olmayınca korkarız, soy güdüsünü insanca yaşamazken geçmişimiz ve günümüzdeki gibi yıkıcı olan ne varsa yaşarız.
Beyinde en büyük tahribatı, soy güdüsünü insanca yaşamamak yaratır. Diğer güdüler buna bağlı olarak karşılanmamaya uğrar. İnsan güdüsünü kurtarabilseydik, acı, kaçacak delik arayacaktı. Hiç bir güdü bizi sızlatmazdı. Buna ortam bulmazdı.
Okun kullanılmasından beri en büyük darbeyi soy güdüsü aldı. Diğer güdüler onun ardında sürüklendi, sosyalleşerek değiştiler. Zira tüm güdülerin ve varlığımızın öncülüğünü soy güdüsü üstlenmiştir. Bunu bilmedik.
Öncü güdü, insan(türdeşlik) güdüsüdür. İt itin etini yemez, derler ya! İt, iti kendinden saydığı içindir. Türdeşlik güdüsü kendinden saymaya yarar. Kedi kediyi bu güdüyle benimser, aksine fareyle arkadaşlık kurardı…
Aidiyet duygusunu pekiştiren soy güdüsü, ait olduğu türe dair benimseme, koruma, içtenlik ve sorumluluğu diri tutar.
Öyleyse, insanlık güdüsünü ezilmişlikten kurtarınca dünya huzura kavuşur. Bu güdüyü kurtarmaya 7 gününü ayırabilir misin? Ancak böyle olur. Bu güdünün huyunu bilirim, ayrımsız herkesle kaynaşmayı ister. Yalnızlığı asla sevmez. Bakma, yalnızlığın övüldüğüne!
İnsan güdüsü ayakaltı olunca, yalnızlık sığınak oldu. Çünkü güven kalmadı.
Tüm bombalar, nükleer silahlar, teknik cinayetler, kimyasal silahlar bu güdünün başına yağdı, tarumar oldu. . İçimizdeki duruşuna bile isyan ediyor. Bizi sevmiyor, bizde onu anlamıyoruz. İtin iti kayırması, kedinin kediyi benimsemesi, yılanın yılana katılması kadar insan insana katılmıyor. Bundan daha büyük facia ne olabilir artık?
Durumumuzu delilikle izah etmek mantıklı mıdır? Karşılaştığımız acıya kim dayanabilir? Hitler bile dayanamadı, intiharı seçti. Bu güdünün isyanıydı ondaki.
Soy güdüsünden kaçış, insanlıktan uzaklaşmakla sınırlanmaz. Resmi akıllık görüşünü meşrulaştırır ve şiddeti mantıklı kılar. Resmi akıllılar idol olur, öykünme onlara doğru kayar. Bu resmiyetle, akılıyla delinin yeri değiştirilmiştir. Ne delinin gözündeki akıllı akılıdır, nede akılının gözündeki deli delidir. Keşmekeş bir ölçüye tabiiyiz.
Beynimiz mağdurdur. Zar ağlar eylemlerimize…
Dürüstlüğümüze yetebilseydik, yalan söyleyecek kadar yetersiz olmazdık. Gerçeğimizi ve insan güdümüzü anlardık.
Cinsiyet güdüsü azınca ilişkiye gireriz, merak edince öğreniriz, uyku basınca uyuruz, acıkınca yeriz, korkunca güvenlik isteriz, peki(!) soy güdüsü için ne yapmalıyız? Hiç düşündünüz mü?
Güncel davranış olarak, deliliğimizi örtbas etmek adına ne kadar şiddet varsa dadanırız.
Bu güdünün eksikliğinden dolayı kimyasal silah, tükenmesine ömrünüzün yetmeyeceği servet birikimi, savaşlar, sevgisizliği yaşıyorsunuz. Hani(!) mutluydunuz!
Haklı olmayanlar mutlu olamazlar. Sevinçli olabilirler. Haksızlık mutluluk hormonunu salgılatmaz. Mutluluk, haklılık hormonudur. Haklılar ve dürüstlerde devinir. Haklılık ve dürüstlük, soy güdüsünün aile ocağıdır. Barış güdüsünden kopanlar, dürüstlüğü unutup haklılığı teperler.
Ya mutluyuz yada deliyiz(!) hangisiyiz?
Mutluluk, soy güdüsünün öyküsünde aranmalıdır. Önce can güvenliğimiz olmalıdır, soy güdüsü nazlı kuş misali şiddetten ürker. 7 gün mutluluğu arayalım, tesadüf olur belki, karşılaşırız onunla! Değmez mi?
Acımızı anlarız. Acısını anlayanın acıyla bağı kopar, onu yaşamaz. Acımı anlamaya başlıyorum artık. Fakat soy güdümü gönlümce yaşamak istiyorum. . Bu güdüm, dünya barışı içinde çocukluğumdan daha çocuksu olacaktır. Buna eminim…Çocuksuluğumun güvencesini istiyorum. Vaz geçilmez isteğimdir bu. Bu yüzden, barışı kendime çok görmüyorum. Ona layıkım…Ondan daha güzel yaşayacağımı biliyorum.
Hiçbir kişide insanlık duygusu yüzde yüz bitmez, sıfırlanamaz. Canlı olması, onda rastlanır duygu izlerini gösterir.
İnsanın acısını çoğumuz hatta hepimiz his ediyoruz. Böyle his edildiğini his ediyorum. Bütün sorun, ondan kurtulma yol ve yönteminden çıkıyor. Dünyanın ortak acısı herkese sirayet eder. Buna ülke, çevre ve kişisel şikâyetlerimiz eklenince içinden çıkılmaz hale bürünüyor. Omuzlardaki acı yükünü bir an boşaltıp hafiflemek isteriz. Yakıcı acelecilikle yıkıcılığa düştüğümüzü pek anlamayız. Yıktıklarımızın acısı katmerleşip bize dönünce, anlarız ki kötü yapmışız.
Kalıbımı basarım, Hitler’de bile kırıntı da olsa duyarlılığa rastlamak mümkündü. Kırıntı düzeyindeki insan yanıyla sevgilisinden ayrı düşmek istemedi, ölümünü ortak yaşamak istedi onunla. Ne var ki, acısından kurtulmanın yolu olarak öldürmeyi ve nihayetinde kendini öldürmeyi çare bildi.
Evrensel hafızada dünya barışı olsaydı, Hitler mi çıkacaktı?
Hitler’i dünya şartları oluşturdu…Onun gibi birisini yaratığı için insanlık utanmalıydı. Utanmak, caydırıcı bir yöntem olarak yaygınlaşsaydı, Hitler’in önüne set çekilebilirdi. Engellenebilinirdi…
Bu gün olduğu gibi dünya dengeleri o zamanda karşıtlığa göre mevzileşmişti. Karşıtlık felsefesi ve düşünceleri ortalığı kasıp kavuruyordu. Geriye askeri stratejiler kalmıştı, onun hazırlıkları tamamlanınca karşıtlar arasında gösteriş başladı. Herkes karşısındaki karşıtı bahane ederek mazeret buluyordu. Öylece kolay aklanmanın mantığına büründüler. Karşıtlığı büyük avantaj ve fırsat sandılar. Karşıtlar curcunası yürürlükteyken, karşıtlık gereği kim ne kadar gaddarsa amacına ulaşacaktı. Öyle davrandılar…
Bir sürü karşıt var, her biri, bir karşıtı bahane eder. Karşıtlık terk edilmeyinceye dek savaşların besin kaynağı tükenir mi? .
Acılarımızı başka acılar yaratmadan, daha kolay yol ve yöntemle çözemez miyiz?
Kolay yolu bulmadığımızdan dolayı kendimizden özür dilemeliyiz. Giderek çevremizden ve dünyadan özür dileyelim. Hepimiz, çileyi çekecek kadar kendimize saygımızı yitirdik. Duyarlılığımızı aktarmamak kendimize saygısızlıktandır.
Konsensüslerle karşıtlığı aşmak olası değildir. Bu seçenek daha ziyade ikiyüzlülüğe yarar. Uluslararası politikada iki şey paralel dillendirilir. ”Ulusal çıkarlar ve dünya barışına katkı” söylemi, ayrılmaz ikilidir.
“Dünya barışana katkı” diplomatik modadır. Yaşasaydılar, geçmişteki diktatörlerin çoğu bu modanın işe yardığını anlar ve şiddetin maskesi olarak hep vurgulayacaktılar. Öyle ki, önceliği kaptırmayacaklardı.
“Dünya barışına katkı” işe yarıyor da, barışa yaramıyor. Neden? Dünya bunu söyleyenlerin uzağında olduğu için mi? Ülkelerine döndüklerinde dünyayı unutuyorlar mı? Kimin ülkesi dünyanın parçası değildir? Dünya hangi ülkenin ülkesidir? Veya hangi ülkenin ülkesi olabildi?
Barışa, dünya paydasında vurgu yapanlar evrensel duyguları ülkesinin payına hortumlamaya mı uğraşıyor ?
Barış hortumlanıyor mu? Hortumlanmaya müsait midir? O denli savunmasız ve kimsesiz midir? Sahibi olan şeyin vurgusu aleni istismar edilir mi?
Öncelikle bu dolandırıcılığın teşhir edilmesi gerekir. Sahtekârlığın söylem boyutunu deşifre etmenin kolay yolu vardır. Sözde sahtekârlığın özde sahtekârlığa dönüşünü anlamak için dünyanın resmine bakabiliriz.
Sömürülmeye müsait evrensel değerin insana katkısı olmaz. Her değer kendini korumakla mükelleftir. Savunmasız ve aciz bir değerin değerliliğinden şüphe duyulur. Veya onu algılama biçiminde sorun vardır.
Algı biçimi, politik bedeninin çarpık yürüyüşüyle bağlantılıdır. Uluslararası politikanın gövdesi, aksi adımlamayla milim ilerleyemedi. Daha doğrusu, adım nedir bilmez. Adım öğrenilmemiştir. Bir ayağını ulusal çıkar olarak atarken, diğerini, dünya barışı biçiminde ona karşıt atar. Tersine atılan iki ayak gövdeyi ne ileriye nede geriye çeker, gerer. Aksi davranan iki ayak yürütmez. Hararete döner.
Konumda değişimi görmeyen beyinin sinirleri bozulur. Bu sinir bozukluğuyla eline ne geçerse kullanır. Hayat yürümektir biraz. Yürümediğini anlayan uluslararası politika, baktığı yere iter kendini. Sosyal tarihin öğretisiyle çıkarlara güdümlenen gözler, diğer ayağın karşıt yönünü görmez.
Uluslararası politika sürünüyor
Beden süründükçe politika sürünür, politika süründükçe insan sürünecektir…Zira insanın iki ayağı, iki bacağı adım atmaya ayarlı değildir…Buna hazır değildir. Adım tecrübesinden yoksundur.
Ulusal çıkar ayağı ile dünya barışı ayağı çelişik hareket ediyor. İki ayak birbirinin aleyhine atılıyor. Gövdeyi aleyhte taşıyan bacaklar beynin bütünlüğünü sağlamaz. Aksine parçalar. Beynin bir kısmı bedenin arka yönde gitmesine ayarlıyken, diğer bölümü öne doğru şartlanmıştır. Bedenin tüm uzuvları karşıt iki yöne ayrılmıştır. Çünkü soy güdüsü bölük pörçük olmuştur. İnsan oluşumuzu his edemeyiz.
Gözler, kulaklar, iki kol, burun ve ağız öne ayarlanmış ulusal çıkarların denetiminde görev yapar. Tek ayaksa barışın hizmetindedir, aksi yönde davrandığı için kulak dışında diğer duyumların desteğinden mahrumdur
Bundan ötürü, sadece kulaklarımızla barışı yaşarız…Bize kalan, devletlerin bedeninden müteşekkil resmi papağanlara kulak kabartmaktır. Rutin söylemler, algı eşiğimizi aşındırmıştır. Barış söylemi, bir kulağımızdan girer diğerinden çıkar. Beyin onu ağırlamaya(konuklamaya) müsait değildir. Beynin tavanı, kapısı, penceresi bütünlüklü örtüşmemiştir. Harabeye dönüşmüştür. Duvarlar, zemine aykırıdır. Ayakta tutmaya elverişsizdir.
Gezegenimizin selameti iki ayağın uyumuna bağlıdır. Uyuma ayarlanmış ayaklarla adım atabiliriz. Yürümeyi öğrenebiliriz. Hayat yolunda yürümeyi öğrenemedik henüz.
İnsan yürümeyi öğrenecek mi? Bu yürüyüşü kim öğretecek? Bize kim öğretmenlik yapacak?
Uluslar, toplumlar ve devletler barış fobisinden çıkacak mı? Aynı yöne ne zaman bakabileceğiz? Ortak hedef belirlemede kimin desteğini alabiliriz? Hangi uluslar arası kurum bu yeterliliği adaydır?
Birleşmiş Milletler, ortak yön belirlemeye duyarlı olacak mı? Buna gönlü var mıdır? Hangi kurumdan medet bekleyeceğiz?
Gördüğümüz her birey parçalı kişiliktir. Yetiştiği ortam gereği öyle olmak zorundadır. Parçalı kişiliğimizin dışa vurumu olarak bütünlüklü bütünlüklü algılarız. Yani parçalı bakışımızla bütünlüklü insan görürüz. Çünkü karşılıklı olarak karşıtlığa dayanıyoruz.
Karşıtlı bakışla çatlaklarımızı doldurup örtbas ediyoruz. Hafızamız, kandırma ve kanmaya göre oluştu. Yerleşik hayat, karşıtlığın öncülüğünde kurumlaştı. Mantık, karşıtlı sosyalite ile belirlendi. Toplumsal denge öyle sağlanmıştı.
Sosyal denge, tarih boyunca karşıtlık üzerine kuruldu. Denge bir cismin(nesnenin), bir bitkinin veya insanın yaşamsal istikrarına denk düşer. Dengenin felsefi tanımı, amaca uygun tutarlılıktır.
Dengesiz bir nesne veya canlının alışılagelmiş doğal uyumu beklenemez. Sosyal varlık olarak insanın toplumsal ve bireysel olarak uyumlu hayata kavuşması içsel bir dürtü gibidir.
Doğal dengede irade yoktur. Çünkü bilgi biriktirme yeteneğinden yoksundur. Doğal denge dediğimiz olgu, doğa üzerinde bulunan bitki ve canlı türlerinin istikrarıdır. Sosyal denge ise, insan soyunun tüm canlı ve doğayla uyumudur. Öznesi insan olduğu için iradeye dayalıdır, bu, sosyal birikimin temelini ifade eder.
İster günden geçmişe doğru gidilsin veya geçmişten güne gelinerek sosyal hayatın tarihçesi irdelensin, karşıtlık önümüze dikilir. Sosyal denge karşıtlığı bir dayanak yapmıştır, bir payanda gibi karşıtlığa yaslanır.
Karşıtlığın tarafları ya kabile ya millet veya din ve ideolojiler olmuştur. Karşıtlık, günümüzde yaşamda içselleşerek zihinsel ve eylemsel ürünlerin dinamiklerini oluşturur. Hiç bir şey karşıtsız yapılamamaktadır; öyle ki, karşıtlık sosyal üretimin motivasyonu için ihtiyaç duyulan besin gibidir. Vazgeçilmez içsel bir organ gibi hayati önemdedir. Karşıtını bulamayan adeta önemini ve varlığını bulamaz.

Herkesin herkesten aldığı dünya, herkesin herkese verdiği dünyaya dönüşebilir mi?
Her türlü dengenin en temel dayanağı biçimine bürünen karşıtlığın sosyal bünyeden sökülüp atılması temel bir ihtiyaç maddesinden vazgeçmek anlamına gelecek ki, tüm sorun, ihtiyaç karakterinin niteliksel dönüştürülmesinde kilitlenmiştir. Yani sosyal ihtiyacın nitelik değiştirmesi gerekir. Kısacası, karşıtsız yaşamı temel sosyal gereksinim biçiminde hayata aktarmak gerekir. Barış böyle bir ihtiyaçtır.
İnsanı şiddetle çözme geleneğini terk ederek huzurla çözme sürecine geçeriz.
Konu gelip karşıtsız yaşam düzenin mümkün olup olmadığı sorunsalına gelir, buda tarihsel bulmacadır. Bulmaca soldan sağa ve yukardan aşağıya dolunca siyah kare olmaksızın çözüm anlamında örtüşecek mi? Anahtar sonuç budur. Bu anahtara ulaşacak çözümlü kişilikler düzeni yaşamda anlamını bulacak mı? Sonuç alıcı amaç budur. Dünyanın huzuru nasıl sağlanacak?
Yaşantımıza yön veren ve planlayan bulmaca ustaları, 20. yüzyılda siyah kareleri öylesine yaşantımıza ördüler ki, hiç bir çözüm huzur ve mutluluğa denk gelmedi. İlginç olan 21. yüzyılın karşıtlı beyinlerce planlanmasıdır. Bir devletin herhangi bir bölgede amacına varması için önceden karşıtını yaratıp orda haklılık ve meşruluk bulma mantığı, kamuoyunun kabul dayanaklarını yönlendirmek anlamında önemsenir. Haklılığın gerekçesini bir karşı saldırıya bağlayıp misilleme meşruluğunu oluşturarak, çıkar hesaplarına zemin bulmak tarihsel şartlanmanın niteliğini gösterir.
Bu kültür üzerinde herhangi bir akademisyen “izafiyet teorisi” gibi felsefi bir akım geliştirse bunu tüm dünyaya yutturması işten değildir. Bunu aşma sorununa gelmeden önce, bu sürece nasıl varıldı? Karşıtlığın tarihçesini irdelemek bizi katıksız ve geçmişinde saf insan özü bulunan türümüzün sosyalite öncesi öyküsüne götürecek ki; günümüzle o dönüm noktası arsındaki dengeyi aktaracaktır. Tam da bu tarihsel dilime göre kişiliği ve zihinsel faaliyeti biçimlenmiş Darvin”in doğal seleksiyon teorisini ele almayı zorunlu kılar. Çünkü kanıksanmış sosyal mantaliteyi haklı çıkaran Darvin, büyük balığın küçük olanı yeme ilkesini bir kader olarak benimsemeyi öngördü.

Aslında Darvin, karşıtlığa henüz başlamamış veya bulaşmamış dönemin öncesini ve gerekliliğini aktarırken; o zamanki gerçekliğin sosyalleşme başlamadan önceki türler arası bir durum olduğunu belirtmekle sınırlı kalsaydı 19. ve 20. yüzyıldaki mantık sapmaları erken görülecek ve analiz edilebilecekti.
Darvinciler geçmişten güne taşırılan bu hatayı fark edemedikleri gibi onu pekiştirecek felsefi, sosyolojik ve ideolojik kurumlarla siyasi iktidarlar inşa etiler.
Halbuki, insan türünde karşıtlık sosyalleşmekle birlikte içselleşmiştir. Sosyalleşme öncesinde insan türü içinde karşıtlık mevcut olmadığı gibi, buna yabancıdır. Fakat türler arası karşıtlık sürmüştü. Bu doğruyu yadsımak mümkün değildir.
Toprağa yerleşim gerçekleşirken, klanlar başka klanlarla iletişime geçtikten sonra sermaye; av ve birçok nedenle insan içine sinen bu durum, öyle devam ederek bugüne geldi. İnsan bu durumu, hayvanları gözleyerek onlarla mücadele ederek öğrendi. Bu sınırda, insanların ilk öğretmeni hayvanlar olduğunu belirtebiliriz. Kısacası insan ne öğrendiyse hayvanlardan öğrenerek bilinç sürecine geçti. Bugün geçmiş yorumlanırken, geçmişe doğru gidişli yorumla geçmişten güne gelen yorum arasında mantıksal sapmalar güncel farklılıklar yaratabilir. Darvinci mantık, arada geçen tarihsel dönemi hesaba katmadan ve bu zaman dilimini atlayarak geçmişin başlangıç noktasını esas alıp, o noktanın öncesiyle düşünüp günü düzenlemeye kalkıştılar. Günden geçmişe doğru bir yönelmeyi ve yorumu da hesaba katsaydılar 20. yüzyıl farklı olabilirdi. Sosyal güdü karşıtsızlığa erişebilirdi.
O günün canlılık sürecini günün sosyal süreçleriyle özdeşleştirerek zıtların birliği ve çatışmasını kaçınılmaz bir hesapla sosyal matematiğin formülü gördüler.
Doğal seleksiyon gerçekliği, sosyal seleksiyona yorumlanarak güçlünün zayıfı ezmesi ve zamanla zayıfın güç toplayarak onu ezip zayıf düşürmesini bir devrim kavramı ve devirme gerekliliği halinde devrim teorisi formatına dönüştü.
Meşrulaşan sosyal denge mantığı, doğal seleksiyon teorisine göre biçimlenerek karşıtlık temel dayanak yapıldı. Sosyal gelişim, adeta sosyal izafiyet mecburiyeti gibi karşıtlık dinamikleriyle düşünüldü.
Şimdi karşı karşıya bulunduğumuz, bu zihniyeti, dayanaksız ve payandasız bırakma sorunsalıdır. Yani karşıtlığın dayanaklarını çözerek insan dünyasına sonradan giren bu karşıtlığa, sosyal dengeyi yaslandırmadan çatışmasız ve çözümleyici ruh yapısını ortaya çıkarmaktır. Bunun siyasal ürünü düşmansız bir gezegen olacaktır.
Bu konuda yeterlilik göstermek, kendini aşmak ve mevcut bilimlere çözümlenebilinir inancıyla yaklaşıp insan gaddarlığını işlevsiz bırakmakla sağlanır.
Yerleşik dengenin tüm kabulleniş doğrularını bağımsız ele alarak insan dengesini onlara göre sonuçlandırmak, mantık tıkanıklığını beraberinde getirir. Çünkü insan onurunda hem yeterlilik hem de karşıtsızlık vardır. Onurunu bulmuş bir kişilikte düşmanlık aşılmış demektir. Onurda karşıtlık yoktur.
Aslımızı nasıl terk ettik? Onursuzluğu sürdürmek aslımıza uyar mı? Aslına uygun yaşamayan tek canlı insandır. İnsan olmak bir sorun oldu. İnsan zekasını onun aleyhine çevirecek kadar aptalsınız.
Karşıtlık soy güdüsünün ruhunu öldürdü, canı kaldı.
7 gün komiteleri bu kalıntı mantığı dağıtabilir. Güncel mantığın mekanizmasına çomak gibi sokularak çarkı işlevsiz kılabilir. Yoksayma yöntemini 7 gün karşıtlığa karşı kullanalım.
Yoksayma yöntemi, var olan her şeyi yok saymak gibidir. Fakat kişi hak ve özgürlüklerini kapsamına almamalıdır. Haklarını yok sayarsan kişileri de yok sayarsın. Canlılık gereği bu mümkün değildir. Hakları yok sayılan canlıların tablosu günlük gözümüzün önündedir. Hakları yok saymakla fiziki varlıkları yoksayamazsınız, çünkü ölmemişlerdir. İkisini savaşlar yapar ancak. 7 gün bu tabloyu gözden uzak tutalım.
Karşıt durmaya utanmıyor musunuz? Hayata karşıt olmak…! ne büyük gaflet!
Milliyet, cins ayrımı ve sosyal sınıf anlayışına göre işleyen beyinlerin mutlaka bir antisini bulma ve bulamayınca onu arayan sefaleti tarihe karışmalıdır. Yürekten gelen coşku ile hayatı görüp çevresini ve ilişkilerini sonsuzluk üzerine kuranlar, onur üzerine sosyal dengeyi inşa ederler. İnsan dehasını bularak, zekâ kapasitesini mutluluğa erdirecektir. Karşıtlığa bağımlılık ve bağışıklık terk edilir.
Bunalımlı düşünerek dünyayı planlayıp, ulusal sorunlar, din sorunları, sosyal sorunları çıkmaza sürükleyerek, bundan rant çıkarmaya yeltenmek ve bunun için hayali düşmanlar yaratma mecburiyetine girişmenin sebebi böylece anlaşılır bir durumdur.
Var olmak ve varlığını sürdürme isteği, aleyhte yaşama mecburiyetinden kurtularak düşmansız kalma sevincine bürünür. Yani, ille de birilerinin aleyhinde yaşama takıntısı ve tedbiri ortadan kalkar. Var olma sevinci kişisel boyutta ne kadar önemliyse karşıtsız devlet o denli içte ve dışta sürükleyici olur. Aleyhte kalma ve yaşama mecburiyetinin içsel dinamiği kalmaz.

“İnadına yaşamak “biçiminde ifade edilen, aslında bir karşıtın inadına yürütülmek istenen karşıtlıktır. Öz yaşamsal hedeflerden ziyade, karşıtın inadına bir yaşamı planlayıp sırtını ona vererek yaşam dengesini kurmaktır
Kendimize aykırı yaşıyoruz. Düz yaşadığımızı mı sanıyordunuz?
Yaşamı anlamlı ve amaçlı kılmak için mutlaka birilerinin veya başkalarının amacına karşıt kalmayı sürdürmek aleyhte yaşamaya duyulan gereksinimdir. ”Karşıtım öyle yapıyorsa tersini yapmalıyım” anlayışı sürgit amacı belirler. Ulusal ve uluslararası politikada aynı alışkanlık etkilidir. Aleyhte bir devlet olmak veya aleyhte bir halk veya aleyhte bir parti kalmak bu tarihsel kör mantıktan ileri gelir.
“Önce karşıtım barışmalıdır” direnci, dünyanın anlaşma mantığına sızdıkça yayılmıştır. Bilinç duyguların aleyhine dönüştü.
Derin devlet karşıtlığa sığınarak yuvalanır. Derin devletlerin sığınağı bu karşıtlıktır.
Sosyalist sistem ne yaptıysa burjuva egemenlik tersini yaptı. 20. yüzyıl aksisinin aksini yapmakla geçti.
Karşıt amaçları engellemek uğruna düzenlenen suikast ve entrikalar, politikanın ve politikacıların kişilik düzeyini açıklayan bir durumdur. Özellikle son dönemlerde bir politik hamlede bulunmak için şaibeli suikastlarla denge değiştirme manevraları, karşıtlığın çözülmesini acil kılar. Karşıtlık, barışmayan yanımızdan güç alır.
Uluslararası stratejilerde iddialı olan güçler öylesine yıkıcı davranmaya yeltenirler ki, bir denge uğruna alakasız ve ilgisiz hedeflerle kamuoyu tepkisini ya törpülemek veya tepkiyi alevlendirmekle amaçlarına ulaşmak isterler
Yaşamın mevcut dengesi karşıtlıktır. Bunu çözümlü bir dengeye evirmek gerekir. Kendi kendine eşitliğin kimseyle karşıtlığı kalmaz.
Çözülmüş karşıtlık, dayanaksız bırakılmış düşmanlık dengesi olup kişilikli çözüm demektir. Karşıtlı bilinç anlamını yitirir. Karşıtsız bilinç gelişir. Bu, bilinçaltının çözülerek sonuçlanması demektir. Lakin tüm karşıtların önce karşıtlığa mola vermesi gerekir.
7 gün karşıtsız kalalım. Kimsenin aleyhine atıp tutma ortamı bulmayacağız. Kendi buluşumuz olmasın mı bu? Kendimizi bulmaya götürecek yolda neden yürümeyelim?
Evrensel hafıza karşıtlığı aşarak oluşur.
Kolektif ve bireysel hafıza çatışıksa, karşıtlı kişiliğe bürünürüz.
Hafızamızda kavga var. Bu yüzden gündeme kavgalı yaklaşırız.
Kişiliğimizi barışık bütünlüğe erdirecek dünya şartlarına kavuşmadık. Kendimizden başlayarak, aile, çevre, ülke ve dünya ile kavgalıyız. Çağın global niteliği işimize karışınca barışmamayı global sürece taşıdık. Zira hepimiz bir güdü eksik yaşıyoruz. Bu güdü yoksunluğu global yaşantımızın global kurumu olan Birleşmiş Milletlere de yansımıştır. BM örgütü de barış güdüsünden mahrumdur.
Barışı, bir güdünün politik arenadaki devamı olarak benimsemedikçe anlayamayız. Görmek bir yana yüzünü bile göstermez. Bir olguyla iletişim kurmak, onu, isabetli tanımlamak ve iyi tanımakla olasıdır. Doğru anlam yüklemediğimiz şey, anlamına memnun olduğu ortamlar arar. Bize uğramaz.
Türdeşlik güdüsü olarak, soy güdüsü, insanlık(insan) güdüsü biçiminde evrime uğrayan aidiyet, barış güdüsüne evirilmiştir. Barış güdüsü biçiminde varlığını sürdürmeye cebeleşiyor. Aidiyeti barış biçiminde tanımlamadıkça, insana aitlik paydasına kavuşamayız. Vaktinde bu güdüyü gündemleştirebilseydi Freud, sürgüne uğramayacağı gibi, ikinci dünya vahşetini önleyebilirdi.
Tarihin ve çağımızın barış sorunsalı, bu güdünün geçirdiği felaketler sürecindedir. Salt politik ve ekonomik argümanlarla durumu kurcalamak fayda getirmedi. Bilimin yaklaşımlarıysa tekrarla sınırlıdır. Etik yakınmalar ve şikâyetler duyguları okşayabilir. Mesele ne bilinç, ne mantık, nede duyguyla açıklanır. .
İşe güdü boyutunda girişmenin vakti çoktan geçti.
“Dünya barışı” söylemi yerine, Birleşmiş Milletler Örgütü, barış güdüsünü yaşatalım ve yaşayalım, ifadesini yaygınlaştırırınca, tüm bilimleri peşinde sürüklemesi işten bile değildir.
Bir söylem ilgili olduğu güdüyle bağlantı kuramazsa, hiç bir duyguyu, aklı, mantığı ve isteği harekete geçiremez. Tankları, füzeleri, nükleer silahları, biyolojik silahları harekete geçirebilir ancak.
Barış güdüsü kıyımlar, yıkımlar ve felaketler geçirdi.
İnsanlık, maruz kaldığı doğa ve çoğu sel felaketlerini kolayca unutulabilir. Kimi doğa felaketlerindeki kayıplar savaş felaketinden fazla olmasına rağmen lafı edilmez. Fakat barış güdüsü, insandan gelen kıyımı asla unutmaz. Çünkü aidiyet ihanetine uğramıştır. İhanetin tanımı aidiyet suiistimalidir.
Dünya barışını dillendireceğimize, barış güdüsünü onarma talebi daha tesirlidir. Politize olmuş tek güdümüz budur. Politik çarkın mekanizmalarına eteğini kaptırmış güdüdür bu.
Barış, artık politik güdüdür. Politik kapışmalar bu güdünün yoğunluğuna endekslidir. Eksikliği ve durumuna göre politik düzey belirler.
Soy güdüsünü haysiyet, vicdan, dürüstlük, vefa ve utanma duygusu diri tutar ve besler.
Olof Palme’yi o denli sevdiren özellik, dokunmama siyasetini gütmesindedir. Palme, insana dokunmadı. Yaşantısı sıradandı. Barış güdüsünün tam kapasite yoğunlaşmasıyla bu sıradanlık kazanılır. İşte(!) Olof Palme’deki cevher.
Kolayı başarmak çok kolaydır, kolay tarafından düşünürsen, al sana kolay!
Palme kolay yaşadı, zorla öldürüldü. Palme’nin ölümünü, ancak dünya barışı açığa çıkarabilir. İnsanlık güdüsünün şimdiki düzeyi bunu başaramaz.
Palme’nin kavuştuğu barış güdüsü düzeyine erişince, öylesine kolay yaşayacağız. Mutluluk kolayın içindedir.
Kolay düşünmeye 7 günümüzü neden ayırmayalım? Sinirlerimizi dinlendireceğiz. Adeta sinir tatili yapacağız.
7 gün rahatça düşüneceğiz. O gün savaşlar olamayacağından güvenlik sorunumuz kalmayacak. Cinayet haberlerini duymayacağımız için incinmeyeceğiz. Zekâmız dâhilerden farklı olmadığımızı anlatacak. . Şimdiye değin türümüzde karşılaşmadığımız özellikleri keşfedeceğiz. Bu keşif, farklı buluşlara bizi sürükleyebilir. Olasılıklar dahilinde ”olabilir, ebilir, ağabeyler…” gibi çekinerek tamlayıcı kelimelerle cümlemizi kapatacağımıza; kesin yargıların sahibi olarak yazıya son noktayı koyacağız. Konuşmak gereksizdir artık, herkes mutluluğuyla meşgul olsun(!) diyeceğiz!
Ürkek barış güdüsünü böylece aramıza çekip evcilleştirebiliriz; o bize biz ona alşırız. Sembollere gerek yok diyecegiz; kanatsız güverciniz.
Halimize, ağaçtan derman arayacağımıza, güdümüze yaslanarak antik kentler arayacağız. Zeytinin yetişmediği bütün ülkeleri dolaşacağız. Zeytin vermeyen iklimleri sıcaklığımız ısıtır.
Biribirimize ait olduğumuzu his edeceğiz. Ortak şeyler düşündüğümüzü kavrayacağız. Güvenin yüzüne bile tükürmeyeceğiz, korkudanmış, ona duyduğumuz ihtiyaç. Çünkü bizden olan potansiyele (barış güdüsüne)ilk kez erişmişiz.
Bütün bunlar, 7 günü örgütlemekle mümkündür.
Dünyayı barışık görelim!
Barışık dünya için zekamızı sınayalım. Zekâmız barışmaya yetmiyor mu?
Barışı, ortak bir sorunsal olarak yaşayan herkesin onu bireysel sorununa dönüştürmek dünyaca paylaşımdır. Yemek, içmek ve solumaktan daha öncelikli bir ihtiyacı kendi aramızda temin edemezsek neye yararız?
Yemek, içmek, solumak ve benzeri taleplerimizi doğadan karşılarız. Dolayısıyla fazla zorlandığımız söylenemez. Barış ihtiyacımızı insandan temin ederiz. İnsan ilişiklerinden sağlayacağımız zaruri gereksinimdir.
Doğa bizden önce oluştu, bizi var etti. Bütün ihtiyacımızı karşıladı. Üstelik zekâdan yoksundur. Bu akılsız haliyle çok şey bağışladı bize. Peki(!) en temel gereksinim olan barış ihtiyacımızı, kendi aramızda neden karşılayamıyoruz?
Doğadan mı bekliyoruz?
Aramızda kalsın ama doğa barışı getiremez. . Barışın, arz ve talebi insandır. Öznesi de malzemesi de insandır. Bundan dışında rezervi yoktur.
İşte böyle!
Tanrıları yaratan insan, barışı yaratamıyor!
İhanetin kapsamını genişletmek zorundayız. Mademki global dönemdeyiz, tüm insani değerlere global ölçülerle yaklaşalım. Savaşları, global ihanet saymazsak evrenselliğimiz safsatadan ibaret kalır.
Kendimizi ait gördüğümüz çevrenin ölçülerine sadık kalmakla aidiyetimizi onaylarız. Bunu gönül rahatlığıyla benimsenmek isteriz. Çevrenin ölçüsünü çiğnersek, ihanet etmiş sayılırız. Adımız haine çıkar.
Mensubu olduğumuz dinin, ulusun veya düşüncenin hatalarını uluslar arası platforma şikayet edersek, aforoz ediliriz. İhanet etmiş sayılarak, dışlanırız. Çünkü, aidiyetin kırmızı çizgisini aşmışız. Zaten, politik ifade olarak kırmızıçizgi aidiyet sınırıdır, çittir.
Kırmızıçizgilerden yoksun aidiyet, sınırsızlık duygusu verir. Affınıza sığınarak, retorik uyum adına, buna, yeşil çizgi diyelim. Kabul mü?
Arkadaş(!) ben renksiz aidiyet istiyorum. Böyle olsaydık af dilemeyecektim. Bağışlanmayı bekleyen kusurum olmazdı.
Globalizm, aitlik kusurlarını düzeltmeye yetersiz kaldı.
Yerleşik hayattan başlayarak aidiyet, aile, klan, feodallide ve nihayetinde ulus safhasına vardı. Giderek alanını genişletmeye yeltendi. Bocaladı.
18. yüzyıldan itibaren ulusal aidiyet siyasallaştı. Devlete dönüştü. Ulusallığın sınırlayıcı boyutunu algılayan sosyalistler, düşünceyle, buna aşama kaydettirmek istediler. Ulusallıkta tıkanan soy güdüsü, enternasyonalizmle aşılmak istendi. Emeğin paydasında uluslararalılık geliştirilmeye çalışıldı. . Oysa soy güdüsü sermayedarları de kapsar. Çünkü insan olan herkes bu güdünün kapsamındadır. Bu, insan güdüsüdür.
İç güdüler ayrımı sevmez. Hiçbir ideoloji, güdülerden daha ısrarcı olamaz. Güdülerden daha ağırlıklı ve hâkim olmaya kalkışan düşünce, şiddete dönüşür, dönüşmek zorundadır. Başka türlü, güdülerin sesini kısarak baskın çıkamaz.
Ulus safhasında kör düğüme uğrayan soy güdüsü ırkçılığa bürünür. Irkçının kişiliğinde boğazlanıp hiddetle dışa yansır. Irkçıların şiddete tapmaları bundandır
Bu, can çekişen soy güdüsünün isyanıdır. Soy güdüsü boğazlanmaya dayanamaz. Irkçıyı terk edercesine isyanıyla onu itekler. Bu itkiyle ırkçı şiddetle dinmeye girişir. Genel söylemle ”Hitler’ de hiç mi vicdan yoktu? ”sorusunun cevabı buradadır. . Hitler, bu güdünün isyanıyla baskın gelen iç sızısını, dışarıda gördüklerinin vicdan acısıyla değişmeyecek kadar içten baskılanıyordu. Vicdan, duyumların algısıyla his edilir. Dışarıyı duyumlamaktan aciz olunacak kadar içten baskılanan kişi, vicdanın sesini duyamaz. İç gürültüsü daha baskındır.
Konumuz vicdanı aşan trajedimizdir.
Bütün mesele iç güdüyü global boyuta aktarıp onu, global barış resmiyetine taşımaktır. Bu yaklaşım, çatışmaları def eder. Çatışmasız ve kavgasızlığı benimser.
Kendimizi hiç dünyaya ait his ettik mi?
Yemin ederim, kendini dünyaya ait his eden bir köy, tüm gezegenimizi baştan başa yenileyebilir…Böylesine kapsamlı aitlik, bütün köylülerin zekasını dahiyane yaratıcılığa ve buluşlara sürükler.
Zekâmız aitlik menziliyle orantılıdır. Ona paralel işler.
İhanetin kapsamını aidiyet menzili belirler. Nereye aitsek orası ihanetimizi sorgular. İnsana mı aidiz, ulusa mı, dine mi, ideolojilere mi? Bizi sorgulayacak barışık dünyaya sahip miyiz? İnsanlığın yargısı ne zaman galip gelecektir?
Bütün insanlığa ait olmanın menzilinde, ihanet ölçüsü ne olacaktır? Doğada ve evrende açtığımız tahribatlar ihanet sayılır mı?
Şimdiki ihanetimizin kalitesi nedir? Aidiyetimiz hangi safhadadır?
Hangi yüzle dünya barışından söz ediyoruz? Barışı konuşmak yeterlilik ister. Yeterli miyiz?
Bu günkü ihanetlerimiz, geçmiş için birer mucize idiler. Güncel yaratıcılığımızın neye göre ihanet sayılacağını kestirmek ise güçtür. Hayati olan şimdiki huzurumuzdur.
Barışsever yanımızı sevdirecek ve cazip kılacak yol ve yöntemlere ihtiyacımız vardır. Varsaydığım 7 günlük etkinlik, kalıcı sonuçlar yaratmayabilir. Belki de absürd karşılanır. Fakat dünya ile barışmanın başka yolunu bilmiyorum. Herkes, planını ortaya koysun. Mantıklı ve çözümleyici olan hangisiyse onun peşinde giderim.
Yalnız başıma dünyayla barışacağımı söylesem, hümanizmden rant sağlamanın kolayına kaçarım. Dünya benimle barışmadıkça barışık olamayız. Hiç olmazsa, barış isteğimle barışılmalıdır. Barış tek taraflı değildir, karşılıklıdır.
Kendimi dünya ile barıştırmaya uğraşıyorum. 7 gün değil, tüm ömrümü buna adıyorum.
Barış, ömürlük servet demektir. Serveti paylaşalım!
Bu paylaşımın öncülüğünü ancak, Birleşmiş Milletler örgütü yapar. Böylesi daha kolaydır Barışa teşvik amacıyla bir hafta, dünya barış tatili ilan edilmelidir. Dünya barışı için bütün insanlığı denemek ve barış provasını yapmak kalıcı izler bırakır.
Şüpheniz mi var?
Denemek, denememekten daha yararlı olmaz mı? Ne kaybederiz? Denememenin etkisi aşikardır, gezegenimizin güncel resmidir. 1 haftada resmimiz değişebilir!
Her ülkede bu yönlü çalışmalar yapılmalıdır. Dünya ile barışmanın avantajları anlatılmalı. Savaştan ısrar edenleri utanmaya zorlayalım.
Utanmak, soy güdüsünün uçurumunda, insana aitliği anımsatan gaipteki sestir. Utanmanın sesi gaipten gelircesine yankı bulur. Gaiplik, türümüze aitliğin kopuş aşamasındaki son andır. Bu anda silkinir, kendimize geliriz. İnsan olduğumuzu hatırlarız.
BM’nin bu yönlü resmi karar çıkarmasına engel olacak ülkelerin, sorumluluk duygusunu irdelemek mümkündür. Onları sorumsuz ülkeler kategorisine dâhil ederek, insanlık vicdanında yargılayabiliriz.
Barışı ranta dönüştüren, söylemde pirim sağlamaya kalkışanların niyetini açığa çıkarmanın başkaca seçeneği yoktur.
Samimiyetimizi sınayacağız. Bu süreç dünyanın samimiyet sınavıdır. Katılıp katılmamakla samimiyetimizi göstereceğiz. Savaşanların niyeti netleşecektir. Maske düşebilir.
Belki de hepimiz barışı istiyormuşuz da, eylem planından yoksunduk. Belki de tüm dünya itirazsız iştirak edecek, kim bilir?
Bu ihtimali belirgin kılmak amacıyla ”7 gün komiteleri” kurulup yaygınlaşırsa, peşin hüküm vermekten kurtulacağız. Ön yargıyla suçlayıcı olmak sağlıklı değil. Bu süreçte, kimlerin dâhil kimlerin hariç kalacağını bilmiyoruz. Fakat öğrenebiliriz.
Bir baktınız, savaşanlar hepimizden daha tutkulu davranırlar. Neden olmasın?
Tarihteki savaşların çoğu barışla noktalanmıştır. İnsanlık savaşa da barışa da yabancı değildir. Fakat global barışı sağlamaktan acizdir. Bu doğaldır, zira evrensel hafızamız oluşmadı henüz.
Kolektif ve bireysel hafızanın barışık oluşumuna evrensel hafıza diyebiliriz.
Evrensel hafızayı evrensel çalışmalarla geliştirebiliriz. Evrensel güven eksikliğinden dolayı evrensel etkinlik tecrübemiz cılız kaldı. Soyumuzun insandan korkusu azaldıkça evrensel güven artar. Korkunun payına kaptırdıklarımızı ne kadar yontarsak güvene döner.
Eyleme dönüşmeyen istek keskin sirke misali küpüne zararlıdır. Barışmanın küpü olarak isteklerimizi içimizde tutacağımıza, topluca dışa vurmak dinginleştirecektir hepimizi.
Bu isteğimin gereğini yaptım, gerisi dünyaya kalmıştır, diyerek rahatlayabiliriz. İçimiz ferahlar. Kendimizi suçlamaktan kurtuluruz.
Kurtulmak zorundayız(!) çünkü, hepimiz global ihanetin içindeyiz. Kendimizden kaçışın itkisi aidiyet hissinin zayıflığındandır. Dünyayla barışmakla, kendimize barışık kişilik yaratırız.
Kendimizi daha severek beğeniliriz. Barış kendini onaylamaktır
Barışı siyasallaştırma faaliyetleri sonuç vermedi, siyaseti barışlaştırarak hayatı barıştırmalıyız. Duyguları politize ederek soy güdüsünün temel besinlerini güvenceye alabiliriz. Vefa, dostluk, sadakat, sorumluluk ve saygı böylece gerçekleşebilir.
Bilinç aşırı politize edildi. Duygular bilincin baskısı altında inliyor. 20. yüzyıl bilincin en çok politize edildiği çağ olarak iki kez dünya savaşına sahne oldu. Duyguların politize edilme gereksinimi bu gerçeklikten kaynaklanır. Politize edilmiş duygularla aidiyet güdümüzü besleriz. Soy güdüsü, her canlının ait olduğu türe göre davranmasını belirler. Kendini onamaktır bu.
Bireysel onay bireysel sorumlulukların gereğine bağlıdır. Soy güdüsünün toplumsallığı anlaşılırsa, onun, bireyselliğin ötesinde evrensel talepleri olduğunu kavrarız.
Barış içgüdüsünü evrenselleştirerek, uluslar üstü kişilik serüvenine yol katarız. Milliyetçi boğazlanmayı insanlığın utancı sayarız. Bunun, insanlığa ihanet olduğunu o vakit anlarız.
Savaşmanın insanlığa ve evrene ihanet olduğu görüşünü paylaşmalıyız.
Bu ihaneti teşir etmek için açık diplomasiye başvuralım.
Yürürlükteki gizli diplomasinin çantası, kavga ve gürültüyle dolmuştur. Bu gizlilik belalı başarıların okuludur.
Diplomatlar yıkıcı başarıların tercümanı olmamalıydı. Dünya hepimize fazladır. İnsan ölüyor, dünya yerinde kalıyor. Dünya ölmez! Ondan ne istiyoruz? Onu öldürmeye kalkışmakla kendimize zarar verdik. Bizi bağışlamasını isteyelim. Yaptıklarımızdan dolayı özür dileyelim. Doğa cömerttir. Aç gözlü davranmaz. Af istersek kin gütmez.
İnsanı kendimize rakip görerek doğayı rekabette çektik. Sonradan fark ettik ki, düşmanlık serüvenine doğa da katılmıştır.
Şiddetli rekabeti terk edince evrenin hışmından kurtulabiliriz.
Savaş rekabetini ayıplayacak gönül rahatlığına, hepimizin ihtiyacı var. Öylece şiddetsiz rekabetin zeminini yakalarız. Şiddetsiz ekonomiyi benimseriz.
7 günlük hoş görü, utanç ölçümüzü değiştirebilir. Bu gün utanmadan, sıkılmadan yaptıklarımıza o zaman utanabiliriz. Kendimize döneriz. Şiddetsiz rekabeti yaratırız.
İlahiyatta, insanın topraktan geldiği ve toprağa döneceği vaaz edilir. Gerçeklikte insandan hayata geldik, insana dönelim. Biribirimize neden tiksinç kalalım?
Günün resmine bakıp, tüm insanları seviyorum, diyen yalancıdır. Barışı sevmeyenleri nasıl sevebilirsiniz?
Saygı duyarız tüm insanlara. Saygıda istisna yoktur. Ama herkesin sevilmeye layık olduğunu vurgularsak sevgimizin doğasında arıza vardır. Saygı insan olma sevincidir. Bu sevinci türüme karşı ayrımsız yaşarım. Bu içgüdüden dolayı savaşanlara da saygılıyım ama onları sevmem. İnsanlığa ihaneti sevmem.
Barış ruh sağlığı demektir. Barışın yoksunluğunu baz alırsak hepimiz hastayız!
Dünyanın çilehane-ye büründüğü durumda, sağlıktan söz etmek abestir. Mutlu olduğumuzu mu kanıtlayacaktınız? Nasıl?
Kuzum! Duyarlılığı budanmış sevinçleri mutluluk mu bellediniz? Duyarsızlık duygu körlüğü degil mi …?
Mutluluk kolaylıktır. Dokunmadan yaşamaktır kolay olan.
Duygu eksikliği kimi mutlu eder?
Soyumuzun mağduruyuz. Mağduriyetimiz canlılığımızdan gelir. Tarih ötesi bir durum…Fakat her döneme musallat oldu. Eylemlerimizin planına karşıtlık sirayet etmişti.
Nihayet karşıtlığa isyan edecek arifedeyiz. Tarihin bazı birikimlerine sahibiz. Can alıcı bir düğümle başbaşayız. Ya savaşlar bizi bitirecek ya da biz savaşları!
. Savaş bir buluş mudur? İcat mıdır? Kullanmayacağımızı bile bile sırf şantaj mantığıyla teknolojiyi neden zorluyoruz?
Yaratığımız şeyler insanı yüceltsin, ezmesin.
Gerçeklikte kimse yaşama güvencesine sahip olmadı, bu hakka layık görelim.
Barış üzerine söylenmedik söz kalmadı…Bir türlüde gelmedi. Ya ortak istem değil veya ortak eyleme dönüşmedi
Oysa barışa yakışıyorum, barışta bana. Ondan bir eksiğim yok.
Sürü döneminde kayda değer kahramanlığımız yoktu. Fakat yaşamayı beceriyorduk.
Düşünsenize, insan olma evrimini hayvanlar ele geçirseydi; filden astronot çıkar mıydı? Kanguru nasıl pilot olurdu? Eşek deniz altı yapabilir miydi?
Doğada ve çevrede görünen her ürün beynimizin eseridir. Hayvanlar bu dünyaya tek çivi çakmadı. Demek ki, keramet beynimizdedir. Beyin sayesinde evrimin avantajını ele geçirdik. Aklın evrimini sürdürüyoruz. .
21. yüzyılın en ilerici hamlesi olarak hayvan partisini biz kurduk. Onlar bizim için parti kurar mıydı?
Hayvanların gözünde kavgalı görünmeyelim. .
Hayvanların gözünde neden düşelim?
Atom bombası, nükleer silah, biyolojik ve kimyasal silahlar hayvanların nezrinde değerimizi küçültüyor.
Size yalvarıyorum(!) hayvanların gözünde bizi küçültmeyin. Bunu hak etmiyorum. Bizi insan bilsinler.
Biribirimizin gözünde değerimiz kalmadı. Utanalım!
Utanmak, insan kalmayı hatırlamaktır. Saygı, insan olmaya sevinmekti. Sorumluluksa, insana ilgidir. Neden ilgisiz kaldık? Savaşları neden kanıksıyoruz?
Utandığımız şeylere nasıl tahammül ediyoruz? . Kanıksama bir utanç değil midir? Bu ayıbı kırmaya, 7 gün ayırmak lüks müdür?
Utanmayı eyleme geçirelim!
Kanıksamayı kırmanın tek yolu budur. Kanıksama insanlığın en büyük ayıbıdır.
Katlanmak anlamına gelen bu durum, herkesten sıkça duyduğumuz ve duyarak kanıksadığımız bir sosyal kanserdir. Psikanalizde, kişinin terapiye gösterdiği direnme ve sınırlamalar sadece hesaba katılır. Kanıksama hiç hesaba katılmaz. Bir engel olarak ta dile getirilmez. Çünkü klinik analize başvuran "hasta" için hatırı sayılmayacak lüks bir engel olarak görülür. Oysa bunun nedeni sayısal çoğunlukla ilgilidir.
Bildiğimiz gibi kültürü belirleyen sayısal çoğunluğun baskın gelen yaşam tarzıdır. Sayısal çoğunluk neyi doğal görürse o, normal ölçü olur. Dünya da klinik analize gitmeyenlerin sayısı, gidenlerin sayısından fazladır. Bu çoğunluk, ortalama kişilik yani az sorunlu olarak tanımlana gelmiştir. Toplumsal çözümlemeyi politik olarak hedefleme ufkundan uzak olan ruhbilimciler de bu kesime dâhildir.
Çözüm düzeyi olarak toplumla aynı kulvarda bulunan ve mesleki ihtiyaçlarını manevi sanrıya bürüyen bu kesim, kendileri de aynı düzeyde oldukları için kanıksamayı bir sorun olarak görememekteler. Çünkü alternatif çözümleri olmamıştır. Bazı durumlarda çözüm olduktan sonra sorun görülebilir.
20. yüzyıldan günümüze dek "böyle gelmiş böyle gider" mantığıyla hüküm süren duyarsızlık bu sebebin sonucudur. Egonun, sınırlayıcı kanıksamayla çizilmiştir.
"Değişmemek için ne yapabilirim" tedbiri, bu kanserin her türlü ilişkiye nasıl nüfuz ettiği, rahatça görülebilir. Hiç bir şeyin değişemeyeceğine dair inanç, yaşamın her alanına siner. Sebebi dinlerdeki kaderciliğe yüklense de, bu, ucuz kurtulmanın basit bir gerekçesidir. Kanıksama daha çok yüzyılın hastalığıdır ve en çokta aydın kesimden yayılmıştır. Kişisel yaşamını garantiye aldıktan sonra tıkanmaya girer. Avrupa yaşam ölçüsünde kalıbını bulmuştur. Biraz şikâyet, biraz sızlanmayla duyarlılık gösterişinden sonra inanamadığı toplumdan uzaklaşarak kişi, kabuğuna çekilir.
Kanıksayan kişi değişmezliğe inancını pekiştirir, çevresini de öyle kanıksar. İlişkilerini de. Diğer yandan doğru görmediği bir gidişatla günübirlik muhatap olur, mantığı buna el vermez.
Kanıksamanın özünde, gidişatı duygularla reddederken bilinçle kabul vardır. Kısacası duygusal redde karşı bilinçle kabul durumudur kanıksamak. Gündelik ilişkilerden, dünyadaki durama varana dek her şeyin aynı biçimde tekrarı, onda inanç bozukluğuna neden olmuştur. İşin kötü yanı, bunu tüm ilişkilerine bulaştırmasıdır. "bu dünyaya bir defa geldin, neyin varsa harca" zihniyeti, sanılanın aksine egoiste ait olmayıp kanıksayanındır. Egoist bir tırnağını bile harcamak istemez.
Dünya nüfusunun çoğunluğu bu kişilikten oluşur. Bilgi sorunu yoktur, fakat "herkes "sorunu vardır. Herkes öyle olduğu için o da zorunlu olarak öyledir, tek savunması budur. Değişime kalkışmasının biricik şartı gene "herkes"tir. Herkes değişirse o da değişmek ister. Yoksa dünyada hiç bir şey değişmez. Hâlbuki bir kişi değişim şenliğini tadabilse görecektir ki, kişi değiştiği oranda dünyayı değiştirmek isteyecektir ve bir o kadar da değiştireceğine inancı artacaktır. Toplumsal çözümleme basiretinden yoksun olanların bu durumu algılamaları beklenemez.
Kanıksama vicdanımızı örseledi.
Kanıksayanın, duyum ve alımlama kapasitesi körelir. "Duymadım, görmedim,
, bilmiyorum" maymunu, üçlü kanıksayandır. Ne okursa okusun, ne yazarsa yazsın duyarsızdır, sadece işsizlik sorununu hal eder. Çünkü duyguları ve bilinci arasındaki bağ kopmuştur. His dünyası sınırlanmıştır. Düşmanlık kalıcı bir kaderdir ona göre.

Bilimdeki gelişmeler beklenmedik oranda etkin olsa da, kanıksayan, onu absorbe eder. Aslında onca bilimsel ilerlemeye rağmen sosyal huzur dünyada kurulmuyorsa bunun tek sebebi bilim insanın, bilimi bu şekilde absorbe etmesindendir. Yani, bilimle bilim insanı arasında absorbasyon oluşmuştur. Bilgisel enerjinin bu haliyle yalıtımı, insan soyunun giderek en büyüyen açığıdır. Kırıntı düzeyinde bazı bilgi üretimi oluyorsa da bu, arada bir çıkan tek tük dehanın eseridir, bir de iş kaygısından gelen mecburi üretimdir. Aksine, dünyada binlerce siyaset bilimci mevcuttur, hemen hepsi de tüm kuram ve teorileri okumuş ve biliyor, neden çözüm olamıyorlar?
Teslimiyetçilikle birlikte oluşan karamsarlık, egemenliğe siyasi danışmanlık ve memurluğun kılıfını hazırlar. Güncel politika kanıksanmayı aşmak için her keresinde bahaneler uydurur. Zaten dünya liderlerinin hemen tümü kanıksanmaya bağışıklık kazanan sorumsuz tiplemelerin birer örnekleridir. Bunlar kanıksatmayı esas alan, mücadelenin yersizliğinden dem vuran, günü kurtarmayı en büyük avantaj diye lanse ederek kitleleri uyuşturan çaresizlerdir.
20. yüzyıldan beri özgürlüğün pohpohlanmasındaki gerekçeleri iyi kavramak gerek, çünkü özgürlük kanıksanmış sorumsuzluktur, hata sorumluluğun zıddıdır. Bağımsızlık insan bağlılığıyla gelişirken ilişkilere heyecan verir, insan bir amaçtır bağımsızlık için. Özgürlüğe göre ise insan ancak ve ancak duyarsızdır. Bu ortamda birey topluma, toplumda bireyi kanıksamanın kabuğunu bağlar.
Ondan dır ki özgürlükçü, kanıksadığının farkında bile değil, bir sarhoş edasıyla doğrularını en güvenceli mutlak görür.
Kronikleştiği oranda, yaşamsal olarak dünya insanının biricik doğrusu oldu. Kişilikler öylece kabuk bağladı. Buna karşı statükoyu sarsacak bilimsel şenliklerden sakınma ve kapanma, değişmemenin tedbirine sımsıkı sarılmayı getirdi.
Değişmekten korkan toplum ve bireyler, gelişmeye yol açacak bilgilerden her zaman korkarlar. Çünkü bu değişimin onlarda nelere yol açacağına dair tecrübeleri yoktur, yenilikle ve yeni doğruyla başa çıkamama belirsizliği, çekincesi, onlarda daha çok inkâra saplanmayı hızlandırır.
İnsana karşı idealini yitirmekle başlayan bu ruh durumu, güzel olana tepki duyma ve güzelliği beğenmeme hastalığına dönüşür. Kafka "Çocuklar kadar reformlar gerçekleştirmek isteyen kimse yoktur" derken, idealini henüz yitirmeyen bu kesimin yenilikçiliğini belirtir. Çocuklara ve gençliğe düşman kesilmenin sebebinde, güzel isteklere duyulan düşmanlığın arkasındaki gerekçe için iyi bir belirlemedir bu?
Kanıksak olmadığınızı mı savunacaksınız? Peki! Savaşanlardan farkınızı söyler misiz? Savaşanlardan farkınız nedir? Savaşanların sayısı savaşmayanların sayısı yanında denizde damladır. Deniz içinde damlalar neden kaybolmuyor? Öyleyse tek farkınız, siz silahsız savaşçılarsınız…Aksine utanırdınız!
Utanmak kendine tahammülsüzlüktür. İnsanlığa aykırı hatalarımıza tahammül etmediğimiz için utanırız. Soy güdüsünün özneye tepkisidir. Bu tepki eşliğinde kendimizi ayıplarız. İnsanlığımızı selamlamak gibi bir şeydir bu.
Utanınca cesaretim artar. Kendimi yargılamanın kahramanı olurum. Utanmak bunun için gereklidir zaten. Kendimizi yargılamanın cesaretine nasıl kavuşacağız? Düşündünüz mü?
Kanıksamaya neden tahammül ediyoruz?
Dünyanın kişilik şartları savaşla eşitlenmiştir., . Yapılabilecek en acil müdahale bu kişilik şartlarının heyecan ve coşkuya dönüşümüdür. Kanıksamaya karşı tek çözüm, utanmayı politize etmektir. Kanıksak bireyleri böyle canlandırabiliriz.
Uyuklayan ve uyuşan bir dünyayı uyandırmak, bağımsız ülke ve bağımsız ulus safsatasını da çöpe atarak, yerine bağımsız kişilikle oluşan dünya vatandaşını çözüme kavuşturur.
Monotonca tekrar eden hayat tarzı, mücadeleye pes etmeyi pekiştirir. . İnsan, dünyasını ve ilişkilerini kişiliğine göre yorumlar. Kanıksak kişilik, dünyanın da kanıksadığını kanıksar. Asıl kangren budur. Tekrarlayan bezginlik ve hayat alışkanlığı zamanla tıkanmaya yol açar ve kapanır heyecan. Heyecanın bittiği an, eskiye teslimiyet ve yeniye düşmanlık başlar. Eskinin tekrarına bir kader olarak sarılır. "tarih tekerrürden ibarettir" sözü, haklı bir kılıç gibi kınından çekilir. Savaşlar meşru görülür.
Dualist kararsızlık, yukarda saydığımız nedenlerle belirginleşerek, ne beğenme ne de beğenmediğini değiştirmemek ikiyüzlülüğüne neden olmakla kalmaz. Red ve kabul arasındaki çalkantıyla sallapati ve yetmezlikleri gerçekleştirmiştir. Toplumlar böyle buz tutu.
Bu buzun kırılışı ise kanıksanmanın kırılması savaşsızlığı esas almakla olur.
Bütün gücümüzle kanıksamaya yüklensek, yok sayma yöntemiyle hayata yaklaşamayız.
Mevcut durumu utanç görmüyorsak utanmazlıktandır.
Özümüzün yitimine gösterdiğimiz tahammülle ruhumuzun doğasını tahrip ettik. Doğayı tahrip edercesine…çocuksuluğumuzu öldürdük. Kanıksamayı hangi çocuğa öğretebilirsiniz?
Barışsız yaşamaktan utanalım. Utanmak soy güdüsünün bekçisidir, insanlık savunmasıdır. Kanıksamaya tahammül edersek savunmasız kalırız. Kanıksama bizi savunmasız bıraktı. Utanmak kanıksamanın panzehiridir.
İnsanın insanı öldürme utancını dışlamakta ahlaki yaptırımlar etkisiz kaldı. Ayıplamak siyasi yaptırım ve caydırıcılık kazanmayınca, ruhani tepki silik kalır. Ayıplamak insan doğasına göre en şiddetli tepkidir aslında. Bu tepki şiddete dönüştüğünden beri, insan doğası aşılmıştır.
İnsanın en büyük ayıbı, ayıbı bilmemesiydi. İnsan ayıbı bilmediği için kendisini bilmiyor. İnsan kendini kaybetmenin ayıbını ne zaman görebilecek?
Utandırmak, insanin güncelliğini kendi gerçekliği ve doğallığı karşısında ayıplamanın öze dönüş sürecidir. Herkesi kendi çocukluğu karşısında öz yargıya kavuşturmaktır.

Asli savunmaya kavuşmak için utandığımızı ilan edelim. Öylece, kanıksamaya engel oluruz. Hepimiz utanç içindeyiz zaten. Bunu neden saklayalım? Utancımızı saklamakla ayıbımız katmerleşti, iki katına çıktı. Varlığımızdan utanmıyorsak bu canlılığın direncidir, ruhta marifet kalmadı.
“Utandırma büroları(Dernekleri)”nı kurup yaygınlaştırarak ruhumuzu ve duygularımızı onaralım. Utanma duygusunu yalnızlığımıza hapsetmeyelim. Yalnızlık bir utançtır aslında. İnsanlık güdüsünün dibe vurmasıdır.
Utandığımızı açığa vurarak, toplumsal ayıpların üstündeki perdeyi aralayabiliriz. Utanma duygusu ayaklanınca tufan koparır sessizce. Ne kadar utanırsak o kadar da utandırırız.
Ben utanıyorum. Kendimden ve dünyadan utanıyorum. Hazırda utandırma derneği olsaydı, üye olmak için yalvaracaktım. Öylece utanmayanların içine çıkıp neden utanmadıklarını öğrenecektim. Utandıklarından haberleri yok belki. Sözlerinde her ”ayıp” kelimesi geçtiğinde, bunun utanma belirtisi olduğunu incitmeden ima edecektim. Tek sorununuz “utandığınızdan habersizsiniz” diyecektim. Buna neden olarak, kanıksamayı gösterecektim. Kanıksama, utanma duygusunu kişiden gizlemeye uğraşır. Bu yüzden utancımızı fark edemiyoruz.
Utandırma dernekleri vasıtasıyla utanmayı örgütleyelim. Evrensel platforma taşıyalım. Eminim, hepimiz utanıyoruz. İnsani yanımız budansa bile canlılığımız sürüyor. Canlılığımız sürdükçe utanacak çok şeylerimiz vardır.
Sadece mutlular utanmaz. Çünkü mutluluk bir utanç değildir. Ama başkalarının yıkıntısı üzerinde sevinç çıkarmak ayıptır.
Mutsuzluğumuzdan neden şikâyetçi değiliz? Utanmıyor muyuz?
Utanma duygusunu ayaklandıralım! Birer utanma militanı kesilelim. Hiçbir utanmaz buna dayanamaz, engel olamaz. Utanmazları utanmaya teşvik ederiz.
Utandırmak pasif duygu değildir. En aktif hissimizidir. Yalnızken bile yakamıza yapışır. Peşimizi bırakmaz, kararlıdır. Kişisel yargı ve adalettir. Hiç bir avukat, senin utanma duyguna karşı seni bağışlatamaz. O senin şahsi yargıcındır. Kimse onu ikna edemez. Kararlılığı bundandır. Ancak ölünce kurtulursun ondan.
Hitler, utanma duygusuna yakalanmamak için intihar etti. Yakalansaydı ona hesap vermeye gözü tutmuyordu. Gözü kesseydi intihar etmeyecekti. Bu duygudan kaçtı. Çoğu intiharların nedeni utançtandır.
Romantiklerin intiharı ise farklı bir protestodur. ”Bu dünya beni hak etmedi”, ”beni hak etmeyen dünyayı yaşamak zorunda mıyım? ”anlayışıyla, hayatı kendileri için ayıp görürler. Yaşama ayıbından kurtulmak için intiharı seçerler. Utanma duygusuna katlanmayı utanç sayarlar. Bende aynı görüşteyim. Ama, intihar yaşamın zaferi değildir. Yaşamın zaferi barıştır.
Dünyamı sizinle paylaşamadığım için kendimden utanıyorum. Kendinden utanmanın ötesinde daha büyük acı ne olabilir?
Utanmanın ne denli tesirli olduğunu hangi vakit kavrayacağız?
Hepimizin utanacak anları olmuştur, bu hissimizden kurtulmak için nasıl davranıyoruz? Hemencik, hatamızı düzeltmeye koyulmuyor muyuz? Utanma, boynumuza tasma geçirip, kime hata yaptıysak bizi ondan özür dilemeye çekmiyor mu? Boynumuza geçirdiği tasma, insanlık duygusudur.
Ben kendimden özür diliyorum, kötü bir dünyada yaşıyorum çünkü. Özrümü düzeltmek için utandırma derneklerinin kurulmasını öneriyorum.
Böylece utanmayanların sayısı mı fazla utananların mı? Bunu netleştiririz.
Utanma her derde devadır. Kanıksamayla onu uyuttuğumuz için yararını görmedik. Onu uyandırmanın vaktidir. Tarih boyu hep uyukladı, uykusunu aldı. Artık yeter(!) bundan böyle bize çalışsın. Yarar sağlasın…Zor bir işi yok, az silkinecek içimizde;hepsi bu!
Utandırmak tarihin en etkin eylemidir. Henüz pratiğe geçmedi.
Çağımızda sarılacağımız tek kurtarıcı utandırmaktır. Bunsuz bir adım gidemeyiz. Gidemeyeceğimiz aşikârdır. Diger duyguları epey yıprattık, zorlandılar. Onlardan bir şey çıkmadı. Etkisiz kaldılar. Utanmayı zorlarsak çok şey çıkarırız. Kanıksama, tüm hislerimizin uyarıcılığını uyuşturmuştur, öldürmüştür. . Bundan ötürü deli halimizi akılıca savunuyoruz. Tersimiz döndü. Karşıtlık bizi tersimize çevirdi.
Bizi utanmak kurtarır.
Utanmayı eyleme dönüştürelim! Çağımızın işe yarar, tek işlek duygusu budur. İşleyip, karşıtsız militana bürüyelim onu.
Birer utandırma kahramanı kesilelim!
Uyuşukluğu böyle aşarız.
Ayıplamayı yaygınlaştırıp uluslar arası utancı çözebiliriz. Utananları ortak platformda buluşturup etkin kılalım.
Utandırma politikasını gezegenimizin kent, kasaba, köy ve ücra köşelerine taşıyıp yürütelim. Bilim insanları lütfederler mi acaba?
Alfred Nobel, kendi belalı yaratıcılığından utandı. Vasiyetiyle belalı buluşlarını hayattan geri çekmek istedi. Bir anlamda yaptıklarını protesto etti. Kaç insan veya bilim insanı yaptıklarını protesto etmiştir? . Yaptıklarını protesto etmek dünyadan özür dilemektir. Bilim insanlarının hiç mi utancı yok? Bilimi yapan insandır insanı yapan da bilimdir. Bilim utanmayı biliyor mu?
Bilimin öncelikli görevi barış değilse, bilim hiçbir şeyi bilmiyor demektir.
Utanmak insanlıkla bağımızın son halkasıdır. Bu halka kopunca uçuruma yuvarlanırız. Sizce uçurumda değil miyiz? Yanıtınız “hayır” ise, lafım olmaz…”Evet” diyenlerle yolumuzda yürürüz.
Diplomaside, uluslar arası utanma mekiği dokuyalım. Birleşmiş Milletler örgütünü insanlık utancına karşı sorumluluğa kavuşturalım. Üye ülkeleri, 7 günlük barış tatiline razı edip, resmiyette uygulamayı sağlamalıyız. Buna karşı çıkanları utanmaz kategorisine sokup, vicdani yaptırımlarla teşhir etmeliyiz. İşe yaramaz mı sanıyorsunuz? Hele, siz bir utanın! gerisi gelir. Dünyanın utancı çorap söküğü gibi çözülür. Utancın posasını çıkarıp ondan mutluluk süzeceğiz. Öyle yaşamaya hazır mıyız?
Duyguları eyleme geçirelim!
7 gün dünyaca utanacağız. Neler his edersiniz? Merak ediyor musunuz? Meraklısı olduğumuz şeyi öğrenirdik, değil mi? Bir utanalım hele, nasıl oluyormuş? O günü beklemeden şimdi öğrenebiliriz. Bu satırı okuma anında utandığınızı varsayın! 7 günlük barış tatilini hayal edin!
Utanmazlık, öz kaybetmeye tahammül etmektir; kendini kaybetmeyi onaylamaktır. Göz göre göre bitişimizi onaylamayalım.
Utanmayı harekete geçirince insanlığı harekete geçiririz. Herkes utanınca insanlık harekete geçer.
Utancımız globaldır. Bundan ötürü global çözüm ister. Yalnız başıma utanmakla, taş çatlasa, bu yazıyı yazabilirim. Bu salt başına, iki dişin arasını doldurmaz. Ancak, hepimizin utanması global çözüme yarar.
Utanmanın eyleme geçişi sesiz olaylar yaratır. Bu ses içimizdeki gürültüdür. Savaşlar tarihine bomba tesirlidir. .
Utanmayı yoğunlaştırırsak mutluluğu patlatırız.
Utandırmayı örgütleyelim!
Utanma duygusu inkara gelmeyen bir histir. Bu hisle, kişi utancıyla yüzleşmekten kaçınamaz. . İnsanı böyle politize etmek, çabamızı boşa çıkarmaz. Garanti sonuca götürür.
Ranta açık olmayan biricik duygumuzdur bize kalan. Çünkü sahibi tarafından bile sömürülmeyecek kırıntıdır, utanmak. . Kırıntılarımızı birleştirelim. Utanma derneklerini kurarak utanmazları azaltalım. Sayıca ve nitelikçe eksilsinler. Ayıptır!
Utandırma derneklerinin işleyiş tarzına, utananlar karar verir. Bu oluşum, dünya genelinde utanma dernekleri konfederasyonuna dönüşebilir.
Soyumuza çok ağır gelir, yoksa ”utanma partisi”ni önerecektim. Bu kadarı da fazla olur, insanı ezer.
Gittiğimiz evin penceresinden dünyaya bakarız. Savaşın içinde savaşın penceresinde bakıyoruz. 7 günde ise barışın penceresinde bakma şansına kavuşacağız. Şimdiye değin böylesi penceremiz olmamıştı. Gözümüzü bu pencereden mahrum bıraktık. Yıllardır nahoş şeyler gördüler ve bizi göremeyecek boyutta bıktılar. Gözlerimiz yorgundur, 7 gün dinlendirelim.
Utanmak bir erdem değildir. Öze dönüşün çağrısıdır. Utananlar mı yücedir yoksa utanmazlık mı? Sorusunun değerler sistemindeki yeri, hayatın gerçekliğine bağlıdır. Hayata yüklediğimiz anlamlarla yaşamın anlamını besleriz.
Neden utanmak zorunda kalalım? Utanmak bir keramet midir? Utanmazlar haysiyetsiz midir? Çocuklar neden utanmıyor? Çocuklar haysiyetsiz midir?
Ayıpsız davrananların herhangi bir utançla karşılaşmaları beklenemez. İnsani değerleri çiğnemeksizin sürdürülen hayatların ayıbı olmaz. Ortak değerlere sorumluluk duygusuyla yaklaşıp, bireysel mutluluğunu kimsenin aleyhine dönüştürmeyenlerin utanma duygusuna yakalanmaları mümkün değildir. Çünkü vicdani rahatsızlık yaratmazlar kendilerine. Utancın güzergâhından geçmezler. İnsani suç işlemeyenlerin utanmasına gerek yoktur. Beri yandan barışa duyarsızlıkta bir insanlık suçudur. Hem dünya barışana hem de kendine çalışan, hayatına özgün anlam katar.
Coşkunun yoluna ayıp uğramaz. Çocuksu coşku insana aykırı değildir. Özgün bir aykırılıkla mutluluğa sahip çıkar çocuklar. Bunda utanç yoktur. Çocukları ayrımcılıktan uzak tutan samimiyettir. Bundan ötürü girişkendirler. Medeni cesarette sınırsızdırlar.
Utancın sınırını belirleyen çiledir. Elem ve çileye sebep olmak utançtır. Utancı savunanlar utanmazlar. Yabancılaşanlar, insana ve değerlerine karşı utanma duygusunu taşımazlar. Bunu komik karşıladılar.
Öyleyse utanç sınırı utanmazlığı tanımlar. Tanımlama, zıt iki duruma tekabül eder. Utanma duygusunu yitirenler utanmazlar, birde, utanca bulaşmayanların utanmasına gerek kalmaz. . Biri hayata düşmanlık besler diğeri hayata dostluk katar.
Tercihim, hayata dostluk katan utanmazlıktır. . Barışı bu yüzden seviyorum. Savaşı utanç görüyorum, neşeye ve mutluluğa yakışmaz.
Savaşan utanmazları utandırarak uyarmalıyız. Utandırmak caydırıcı bir yaptırımdır. Ağır cezadır. Bireysel sevinçler uğruna seyirci kalmak, kimsenin onurunu onaylamaz. Varlığımı onaylamak için savaşlara düşmanım.
Bu insanlık ayıbının üstesinden gelebilecek kabiliyetteyiz. Yeter ki utanalım! Seyirci kalmayalım.
7 günlük tecrübe dünyanın zekâ düzeyini yükseltir. Yedi milyar kafa barış üzerine yoğunlaşacak! Düşünsenize, yaratıcılığı nasıl körükleyeceğiz. İnsan dehasına ortam sağlarsan zeka, sınır mı tanır ?
Siz, insana güvenmiyor musunuz?
Ben, insan bedeni üzerindeki kafaya güvenirim. Ondan bir adet de bende var, bundan emin konuşuyorum.
Kolayın, kime zararı olur? . Zararı olan şeyi ne vakit kolay gördük? Lambayı bulan, motoru, ve interneti hayatımıza katanlar ne güçlük çıkardılar bize? Dikkatinizi çekerim(!) hayatımızı kolaylaştıranları, dahi diye vasıflandırıyoruz. O buluşları yaratan zekâ düzeyinden geri oluşumuza rağmen onlara “dahi” diyebiliyoruz. Neden? Çünkü yaşantımızı rahata çıkarırlar. Biri, dünya yörüngesine Jüpiteri yakınlaştırıp yaşam eksenimizi sıkıntıya süren bir buluşa imza atsa, dünyanın tüm iğrenç küfürlerine muarız kalır. Zira hayatın dengesini bozar. Onun zekâsına sempati duyulmaz. Fakat tank, top, biyolojik silahların mucidi övgü kazanabiliyor. Savaşlar kanıksandı, ondan. Bizi zorlayanları hayretle aklıyoruz!
Savaş, insanın aptallık düzeyini kanıtlar. Aptallıktan ötürü insan beynine güvenimiz kalmadı.
Vicdan ve haysiyeti ortak ölçü yapacak kadar gelişemedik maalesef. Tek ortaklığımız barış duygusudur. Savaşları bu yüzden istemiyoruz. Ortak duygumuzun gereğini somutlamak içindir bu.
Beynimizle kötülük kalbimizle iyilik yaparız. Neden? İkisini faydalı kılamaz mıyız?
Duygularımızın sorumluluğunu taşımalıyız. Duygularının sorumluluğundan kaçanlar hayatı yaşadıklarını mı sanıyorlar?
Çevremizde ve gündelik hayatta karşılaştığımız her insana, barışa yaptığı katkıya göre yaklaşmalıyız. Evrensellikle barışık olmayanların neyi caziptir?
Yürek sorumluluk duyunca beyin gereklerini sağlamalı. Bunu başarmadık işte. Utancım budur. Barışa yetmemek te bir utançtır. Bu utancı hepimiz taşımıyor muyuz? Alt tarafı, savaşmayacaktık. Bu konuda yetersiziz işte.
Utandırma dernekleri bu yüzden gereklidir. Kendimizi horlamak için degildir, hele insandan tiksinmeyi uyandırmak asla değildir. Buna mecburuz. Utanma üzerine yayın organlarını çıkarmak ve gidişatın önüne geçmek durumundayız. Haysiyetimizi kurtaracağız.
Utanmayı aktifleştirelim, pasiflikten çıksın.
Utanmak yoksayımın alarmıdır. İnsanı yoksaymaya karşı ikaz eder. Yoksayımın yönünü düşmanlığa çevirelim. 7 gün düşmanlığı yoksayarak yaşayalım.
Bireysel ilişkilerimde utandırmayı yaptırım olarak uyguladım. İnsanlığımı öyle güvenceye aldım. Utanmayı dünya adalet sitemine dönüştürelim. Utandırma cezası yargı olsun.
Saldırganları utandırarak misilleme yaparız, öylece, kansız yaptırım ve caydırıcılığa kavuşuruz.
Şiddetin araçlarını işlemez kılınca, mantığını çözebiliriz. Dünyadaki silah sektörünü para karşılığında sahiplerinden satın alıp imha edeceğimizi hayal ediyorum. Gerçekten yola çıkarak düşe yaklaşırız. Bu seçeneği denemek ortak motivasyon sağlar. Motivasyon için etkilidir bence. Para toplayalım…Birleşmiş Milletler örgütü aracılığıyla silah sektörünün patronlarıyla pazarlığa gireriz.
İmkânsız mı?
Okun icadından evvel, insanın kendi soyunu öldürmesi de imkânsızdı. Teknik mucizelerle binbir öldürme biçimini uyguluyoruz. Zor olan imkânsızlıkları başarmışken, kolay olan başarılar neden imkansız olsun?
Büyükler olarak, para toplamaktan utanıyor muyuz?
Kolayı var. Çocukların eline kumbaraları tutuşturalım. Kapı kapı dolaşıp, seyircilik barış suçudur, duyarsızlık insanlık suçudur, desinler.
Onlar, utanca bulaşmadıkları için medeni cesaretleri fazladır. Utanmaya ihtiyaçları yoktur. Utanması gerekenleri etkileyince, dünyaca utanmayı başaracağız.
Hafızamız bir ilki yaşayacak. Dünyaca bir adım olduğundan, yolumuzu evrensel hafızaya doğru döşeriz.
Yaratıcılığımız gelişir. Yararlı başarıların sahibi olarak incinmediğimiz için incitmeden sürecek mutluluğumuz.
Barışık insanların ortak yaşamından evrensel bilgi derleyeceğiz. Evrensellik budur zaten. Dünyaca yaşanılan ve yaşatan ortak bilgi evrenseldir. Hafıza ortaklığına kavuştuğumuz için, yerel ve bölgesel hafızadan sıyrılmış olacağız. Global hafızaya erişeceğiz. Dünya barışına dair izlenim ve deneyimimiz olur. Evrensel bilgi birikimi kodlanır beynimize. Kalıtımla yeni nesillere ulaşır. Geçmişin genetik kodları beynimizi işgal etmiştir. Utanmayı bu yüzden anımsamıyoruz. 7 günde genetik kodlara veri hazırlayacağız. Dünya barışı sorunsal olmaktan çıkar.
Karşıtlığa sürüklemeyen ilişki kültürüne başlarız. Kolayın peşine düşeriz, nerde saklanmışsa bulup yaşantımıza sokarız. Kolayı evcilleştireceğiz. Bizden ürkmesini engelleriz. Hayvanları evcilleştirmedik mi? Kolayı da öyle alıştırırız kendimize.
Belalı başarıların mutsuzu olacağımıza, belasız başarıların mutlusu oluruz. Neler başaracağız, kim bilir?
İki yüz yıl evvel petrol derdimiz mi vardı? Günahsız biri motoru icat edince, petrole ihtiyaç duyduk. Bulduk buluşturduk. İhtiyaç duyunca her şeyi yaratıyoruz. Nedense, barışı bir ihtiyaç görmeye yanaşmıyoruz. Kaybetmekten korkuyoruz.
Oysa silah sanayine yatırım yapanlar bu sermayeyi barış sektörüne aktarabilirler. Yeni üretim ve iş alanları gelişir. Metelik zarara uğramadan servete servet katarlar. Aklımızın ve hayalimizin almadığı mucizeler gelişir. Belki de mucize alay konusu olur, o günkü zekaya. Ebeveynlerimiz bir mektup için postacıların yolunu gözlerdi. İnterneti kim hayal ederdi?
Fakat, barış hepimiz için mucize olma vasfını taşıyor hala. Bu mucize için zekâmızı zorlayalım işte. Barış, zekâmız için deneme sınavıdır. Yaşantımızı da etkiler, kişiliğimizi de.
İlişkilerimize barışı hâkim kılınca bunun tekniği kendiliğinden ürer. Sektörü de oluşur. Farklı yatırım alanları açılır. Zenginler gene servetlerini artıracak. Ölüm sektörü aşılınca tüketim imkânları ve isteği zenginleşir. Uzay yolculukları şimdiden tartışılıyor. Bu konuda kitle ulaşım araçlarına kavuşacağımızı neden kestirmeyelim? Silah sektörü bu alana yönelirse ne kaybedecek?
Yaralı bir halkın mensubu olarak, adı(Kürtçede Dızgun, Türkçeye Düzgün olarak yazılmış ) anadiliyle çağrılmayan biri sizinle barışıyorsa, siz hangi gerekçeyle benimle barışmıyorsunuz?
Yaşantımın son 14 yılını daha evvelden öykü kitaplarında okusaydım, Dünya bitmiştir! diyecektim. Nasıl yaşadığımı siz tahmin edin!
Bunu başarmak aklınıza nasıl geldi?
Beni vicdanında incitme, ey insanlık!
Görmek istediğim dünya bu değildi.
Görmek istemediğim dünyayı yaşatıyorsun bana. Hak ettiğim dünyayı görmek ve yaşamak istiyordum oysa.
Beni vicdanıma kıstırdınız, kendi vicdanımda yaşıyorum sadece. Bu dünyaya katılamıyorum. Katılmak istediğim dünyada yaşamak istiyorum.
İnsan olmayı bir ceza gibi yaşamayalım, insan olmayı kolay yaşayalım. Biribirimize hayat olalım, ölüm olmayalım.
Bana katılmak ister misin?
Zulmünü anlatırken seni incitmemenin her yolunu denedim. . Derdin ne senin? Sende ömürlük bir canlısın bende, tafran kime? Ne hakla dünyamızı ölüm cennetine çeviriyorsun? Yukarda utanmayı anlattım, payına düşen sana kalmıştır. Anlatmak zorunda değilsin.
Global düşünürsek, geçmiş yaşantımdan dolayı tüm dünyayı suçlu görüyorum. Global utanmayı bu yüzden savunuyorum. Dünyanın bir köy olduğunu siz ballandırarak anlatınız: Öyleyse, köylülerimi mutlu görmek istiyorum. Bir köylümde sensin. Köylünle neden barışmıyorsun? Global utancı nasıl savunabiliyorsun?
Barış anlayışınız nedir? Merak ediyorum.
Benim yaşadığım dünyada neden huzursuzluk çıkarıyorsunuz? Kimseden hayat istediğim yoktur, hayatımın önünde çekilin lütfen! Kişi başına bir dünya düşseydi, gezegenimi lütfen terk edin, diyecektim. Maalesef birer dünya payımıza düşmüyor, tümümüzün payına bir tanedir. Rica ediyorum! Payıma savaşı bulaştırmayın. Sizin payınızdan payıma da sıçrıyor.
Bu gezegen üzerinde sahip olduğun tüm haklara bende sahibim. Çevre suçunu ben işlemedim. Tüm dünya hakkından caysa bile ben hakkımdan caymam. Kendime tanıdığım haklar sana tanıdığım haklar kadardır. Ticari haklarına kimse dokunmaz.
İnsanlıktan çıkmayı cesaret mi sayıyorsunuz?
Öldürmeden yaşamak ta mümkündür. Bunu neden denemeyelim? Ayıp değil mi?
Hayatı doğru yaşamadık. Yaşayan canlıyız ama hayatı yanlış yaşıyoruz. Biribirinizi öldürüyoruz. Hafızamızın genetik kodları yeni nesillere şiddeti ve öldürmeyi aktarır. Bu hafızayı çözecek her yolu sınamalıyız.
Dünyada suçlu insan görmüyorum, dünya barışını bilmeyenleri görüyorum.
Şiddet bitince, dünyada hepimize yetecek kadar mutluluk çıkar ortaya.
Evrensel hafıza öldürmezliği garantiler. Şiddetsizdir. Soy güdüsünü ulus aşamasından uluslar üstü aşamaya evirir. Büyük hamledir bu. Ulusların tarihi karılacak. Ulussuz tek ulus olur gezegenimiz. Geçmişe bir bakın(!) toplumların tarihi ne kadar karıştı biribirine. Kaynaşmanın önündeki engelleri neden savunuyoruz? Ortak yaşama hakaret ederek iç savaşlara katılmak duygularımızı onarır mı? Barışsız yaşayan toplumları kim ciddiye alır? . Ciddiye alan utanca gömülür. Ve utancın işbirlikçisidir.
İç savaşları yaşayan toplumlarda zeka geriliği maksimum sınıra varır. Mutlu eden savaş var mı ki, zekâ düzeyini yükseltsin?
Mutluluğumuz zekâ düzeyine göredir. Zekâ düzeyi barış düzeyine eşittir. IQ testi gerçekçi değildir, aldatmacadır. Barış testi daha sağlıklıdır. Bir insana “zeka düzeyi yüksektir” demek yerine, ”barış düzeyi yüksektir” demek, daha hayatidir. Savaşanların aptallık düzeyi yüksektir.
Sadakat denilen güvence barış bağıdır. Kim düşmanına sadıktır? Aidiyet kusurları zekâ özürlü yaptı bizi. Soy güdüsünün yıpranması zekâ geriliğine sebep oldu.
Zekâmıza yol açmak için utanalım. Utanalım ve utandıralım; utandırdıkça utancımız eksilir. Utancız ve çevremiz utancımızdır.
Utandırma politikasıyla seyirci kalanları aktif barışçılığa teşvik ederiz. Dürüstlük gelişebilir öylece.
Utanmayı bildiğim için yalanı utanç sayıyorum. Tek tük söylediğim yalanlara, dünya beni zorlamıştır. Ne hakla bana yalan söyletiyorsunuz? Sizin acılarınıza bulaşmak zorunda mıyım? Neden yalancınız olayım? Dünyanın bu görüntüsünü hak etmiyorum. Görmeyi hak etmediğim bir dünyayı bana gösteriyorsunuz, ayıp değil mi? Gözlerimden utanıyorum. Görmek istedikleri dünyayı onlara bulamadığım için utanç içindeyim. Gözlerimi mi çıkarayım?
Yalanı çözmek için ”dürüstler derneği”ni kurmaya var mısınız? Bu kuruluşu tüm dünyada gerçekleştirecek sayıda dürüst bulabilir miyiz? . Zorunuza mı gidiyor?
Hafta sonları, utanma derneğinden çıkıp dürüstler derneğine uğrarsınız. Dürüstlüğün ön şartı utanmaktan geçer. Utanma devriminden geçmeyenler dürüstlüğü anlayamazlar.
Duygularımızı örgütlemenin yolu olarak her duygunun karşılığına denk özgün dernekleşmeyi düşünüyorum. Başka da çare bulamıyorum. Siz bulun!
Barış soy güdüsünün ihtiyacıdır. Bu yüzden barışa politik yaklaşmak çözümleyici değildir, içgüdüsel yaklaşım hayatidir. Çünkü içgüdüsel duygular politik duygulardan daha sağlıklı ve yapıcıdır. Nasıl ki 20 yüzyılda cinsiyet güdüsü günceleşerek sürükleyici olduysa çağımızın güdüsü de soy güdüsüdür. Cinsiyet güdüsündeki ilerleme soy güdüsünün kırılmalarına takılarak tıkandı. İki güdünün somutunda başkası yani insan vardır. He iki güdü biribirini ketlemiştir. Her ailede barış olsa dünyada savaş olmaz. Soy güdüsünün güncel sorunlamasıyla çağımızın ufku açılır.
Politik düşüncelerin sağlığı bozulmuştur içgüdüsel düşünceler sağlıklıdır.
Savaş politik depresyondur. Savaşan taraflar depresyonun hengâmesinden sıyrılamazlar. Mevcut politik düşünceler hastalıklıdır.
İnsanın doğasını yani ham yanını politize etmenin dışında sürükleyici olamayız. Diger duygular çatışmalarla aşındı. Samimiyetini yitirmişler. Utanmanın istismar edileceğine dair kuşku olursa, ”Vicdanlılar derneği” ve “Haysiyet derneği” önlem olarak kurulabilinir.
Vicdan çağrı beklemeden geldiği için kolay istenir. Vicdan çağrı beklemez. Eğer kendini göstermiyorsa olmadığı içindir, kendini saklanmaz.
Bizi bu halde görmek zoruma gidiyor. Dibe vurduk.
En dip sınırı anlatmaya kalkarsak, ”vicdan derneği” ve ”haysiyet derneği”ni tavsiye edecektim. Fakat gücüme gidiyor, soyumu bu halde görmeye ve bu tür derneklerle uyandırmaya layık görmek istemiyorum. Kediler kendi aralarındaki sorunları nasıl çözerler? Ya fareler? Peki, ya yılanlar?
Siz (!) türümü anlayamıyorum.
Türlerin iç barışını örnek alsaydık, insan katili olmazdık. Şiddetten arınmış hafıza, yaratıcı bilginin yaratıcısıdır. Giderek, evrensel hafızanın insanlık olduğu anlaşılacaktır
Dünya barışı, ikinci yerleşim dönemine geçiştir. Birinci dönemde, yerleşik hayata geçtik. Bu kültür istismar edilerek zamanla şiddete evirildi.
2. yerleşim dönemi, yerleşik hayatı barıştırmayı hedefler. İki dönem arasındaki zaman aralığı, insanlığın lanet dönemidir. Soy güdüsünün kırılma evrelerini kapsar.
Lanetlik olmaktan sıyrılalım mı? Soy güdüsünü evrenselleştirmeye var mıyız? Utanma devrimini yaşayacağız. İlk kez utanma devrimini gerçekleştireceğiz.
Ulus üstü insana doğru yol alalım mı? 7 gün deneyelim, birlikte yürümezsek, herkes yoluna ayrılır. 7 gün ulussuz yaşayacağız…evrensel insan olacağız. Hayırlı başarı sağlayabiliriz, kim bilir?
Hayırlı ve belasız başarılara kendimizi layık görmüyor muyuz? !
Neye layık’ız sahiden? Hayatım(!) liyakatimiz nedir? Şaştım kaldım. .
Barışa layık olamaz mıyız?
İnsan olmanın ayıpları fazla değildir aslında. Şiddet ve barıştır. Neden biribirmizden barış istemek mecburiyetinde kalalım?
Barışın vicdanında mahkûm olursam, kendimi affetmem. Siz affeder misiniz kendinizi ve beni? Biz dürüstler derneğini kurmaktan aciziz, nasıl affedeceksiniz bizi?
Dünyaca affımız nedir? Kim ve nasıl affedecek bizi?
7 gün af olalım mı? . Affedelim kendimizi ve dünyayı…Utanmayı bildik mi affı da öğreniriz.
Bağışlayıcı olmayabilirisiniz. Belki birileri sizi affediyor, bundan habersizsiniz. Kendinizi affedilmeye de mi layık görmüyorsunuz? . Utancı mı savunacaksınız?
Barış bizi affetsin! Bu duayı kendimden esirgemeyeceğim. Dinler bu duaya katılmadıkça, hayatı destekleyemezler. Tanrıya götüren en güzel yol budur. Barış affederse Tanrı da affeder.
Dünya barışını destekleme düzeyine gelirsen, Tanrı, seni cezalandırma gerekçesi bulamaz!
Affetmemek mutsuzluğun sonucudur. Mutsuz insan kendini bağışlamaz, kendini mutlu edememenin suçluluğunu duyar. Bunun dışavurumu olarak, çevresine bağışlayıcı davranmaz.
Mutluluğunu kaybeden kişi, onurunu da kaybeder. Mutluluktan utanın, ona saygınız olsun. Mutsuzluk utanç değil midir?
Mutluların kimseyle hesabı olmaz. Dünyayı, görmek istedikleri gibi algılamak isterler. Dünyayı görme anlayışımızda bozukluk var. Dünyayı görme anlayışımızı onu, nasıl görmek istediğimiz belirler.
Dünyayı görme anlayışımızı düzeltelim önce. Bütün mesele “seni sevmiyorum” u seviyorum biçiminde anlatmaktır. Savaşanları sevmeyelim!
Öldürmek yakışmıyor insana!
SAVAŞANLARI SEVMİYORUM!
BARIŞI SEVİYORUM
SAVAŞANLARI SEVMİYORUM!
BARIŞI SEVİYORUM
SAVAŞANLARI SEVMİYORUM!
…………………………………….
Barış hayati bir sorundur siyasi sorun değildir. Yemek-içmek, uyumak, cinsellik, uyku ve öğrenmek gibi hayatidir siyasi değildir. Barış soy güdüsünün ihtiyacıdır, huzuru sağlar. Şiddet bitince, dünyada hepimize yetecek kadar mutluluk çıkar ortaya. Evrensel akrabalık kabul görülür ve dünya akrabalığı savunulur. İnsan olmak sorun olmaktan çıkar. Aile soy güdüsünün güvencesi olduğu için vazgeçilmez önemdedir. Her ailede barış olsa dünyada savaş olmaz.
Savaşanlar, insan beynine hakaret ediyorlar. İnsanın en değerli organını yani beynini silahların gölgesinde ezdiler.
Savaş insani bir ihtiyaç değildir, yaşam için bir ihtiyaç olamaz.
Savaş budalası olacağımıza barış dâhisi olalım! Kafamıza güvenmiyor muyuz? Barış, zekâmızı yoğunlaştırarak bombadan daha etkin patlatır. Ayıplamak, atom bombasından daha tesirli olacak. Bunu 7 günde kanıtlayabiliriz.
Savaşan ülkeleri protesto edelim. Utanmazlık protesto edilince, ayıplamanın caydırıcılığı benimsenir.
Savaşanlar, dünyanın zeka düzeyini düşürme suçlusudur. Zekâyı geriletmek zeka suçudur. Şiddet zekaya karşı işlenmiş cürümdür. ”Uluslararası zekâ failleri ve cürümleri mahkemesi” kurulmalıdır. Zekânın meçhul failleri aptallığın içinde gizleniyor(kafamızın failleri gözümüzün önünde durmazlar, kafamızın içinde gizlenirler). Savaş zekâ cürümüdür, zekâya işlenmiş toplu katliamdır. Zekâ suçu işliyoruz hepimiz, yalan mı?
En büyük insanlık suçu insan zekâsına karşı işlenmiştir, diğer suçlar bundan peydahlanmıştır.
Savaşlarla öldürülen yaratıcılığın dökümü yapılmalıdır. Aptallığın muhasebesi yapılmak zorundadır. Aptallıktan dolayı Homo Spiens türünün aklına barış ötesi düşünceler gelmez. Aptallık engellenmeden insanlık suçları engellenemez.
Bütün insanlık suçlarının anası aptallıktır.
İnsanlığı aptallığa sürükleyenler zamanla kendileri de aptallaşır. Dünya barışı konusunda insanlık yeniktir, barışı henüz kazanmamıştır. Barış duygusuyla barışılmamıştır.
Aptallık çağımızın vebasıdır. İnsanlar aptallığından dolayı barışamıyor, barışın savaştan daha yararlı olduğunu bilmemek aptallık değil midir? İnsanlar aptallıklarını kabullenmeyecek kadar zeka geriliğine tutunmuşlardır.
Bütün askeri ekollerde “mantığın bittiği yerde şiddet başlar” anlayışı genel kabuldür. Bilerek mantıksızlığı(şiddeti) sürdürmek aptallığın gerçek tanımıdır. Aptallık tercih edilen bir durumdur. Bundan ötürü yaşamın raconu olarak korunup revaca çıkmıştır, çözülmesi zaman alacaktır. İnsanlara aptal olduklarını göstermezsek kendilerini zeki görmeyi sürdürecekler. Bu budalalığın önüne geçmek gerekir. Aptallıkla mücadele etmeliyiz. Tıp hayat kurtarıyor politika öldürüyor.
Aptallığa karşı mücadele derneklerini kurarak aptallığı teşhir etmeliyiz. Antiaptallık(Aptallığa karşı mücadele )derneklerini yaygınlaştırıp şiddetin mantığını çözmeliyiz. Aptallık acıları aklar. İnsan huzuru bulamadan vicdanlı olmaz. Acının içindeki insan vicdanını dinleyemez, acısının sesini dinler. Aptallık şiddetin felsefesidir. Mutsuzluk şiddete sürükler, kimse mutluluktan dolayı şiddete gitmez.
Antiaptallık derneklerinin işlevi, bilinci duygulara yaklaştırmaktır. Bilinçte duygu kanalları açılırsa ruhsal bütünlüğe kapı aralanır.
Einstein bile aptaldı. Öncelikli olarak insanın hareketini çözmeden maddenin hareketini çözmeye kalkışmak büyük tehditlere sebep olmuştur. Doğanın en tehlikeli canlısı olan insanı önlemeden, maddenin hareketindeki ürünler ve değişimlerle uğraşmak sakıncalıdır. Tehlikeli bir yaratık için maddeyi ve tekniği keşfetmek aptallıktır. Einstein bu tehlikeyi görmedi, maddenin izafiyetini kavradı fakat insanın izafiyetiyle uğraşmadı. İnsanı çözmek maddeyi çözmekten daha öncelikli olmalıydı.
Bilim, dünya barışı konusunda insanlığı çaresizliğe alıştırdı.
Bilim insanlığını yitirmiştir(insanlıktan çıkmıştır), insanlığını kazanmamış demek daha isabetlidir. Dünyadaki bütün savaşlar bilimin suçudur. Bilim aptallık bilgisiyle eğitiyor. İnsan bilimden evvel de düşünüyordu, insanın düşünce doğası bilimin kıskacında sıkıştırılmıştır.
Rüyama giren ak sakallı bir falcı :
“-Siz insanların ortak bir cini var, adı bilimdir. Hepinizi bilim çarpmış.
Bilimin katli vaciptir.
Bütün bilimleri sokakta birlikte yakalasam, kitle imha silahıyla katlederdim. Birlikte gezmedikleri için kurtuluyorlar. Yalnız dolaşarak ömür uzatıyorlar.
Düşünceyle saldırsam, hakkımda ”düşünce yoluyla hakaret davası” açıp, yüksek kaliteden muhatap oldukları sanılacak.
Doğrusu dengine göre davranmaktır. Psikolojinin partnerini aldatacaktım, matematiğin eşini bir hiçle avutacaktım, hukukun kızına haksızlık edecektim, yaşıma uygun olsaydı kimyanın teyzesini yörüngeme kaçırırdım, ekonomiyi komşusunun gözü önünde fahişeliğe sürüklerdim(öylece fahişelik biterdi), medyanın halasıyla kaçamak yaşardım, ben gripken sağlık bilimlerinin kızıyla tatile çıkardım, astronominin nişanlısıyla uzayda düğün yapardım, filolojinin ablasıyla görücü usulü evlenecektim, felsefenin karısını kandırıp yüzüstü bırakacaktım, sosyolojinin yanaşmasından hiç hoşlanmadım, teknik bilimlerin yengesini görüşmeye çağırıp randevuya gitmeyecektim(bunu günlük tekrarlardım), politikanın metresini göz göre göre tavlardım.
Başlık parasına karşı açlık grevi yapacaktım.
Böylece namus davası gibi düşük kaliteden davalarla muhatap olduklarını gösterip düzeylerini teşhir edecektim. ”, ”İnsan dahisi ol ki insanın acısını anlayasın ”bağırtısıyla uyandım. Kocamış adamın bedduası bana mıydı? Bilmiyorum.
Bu rüyayı neden gördüğümü bilim çözsün. Bende ona yardım ederim. Bilim insanı yaparken çok yanlış yapmış. Ben olsaydım doğrusunu yapardım, barış ötesi insanı yapardım.
Bilim insanı bilmiyor, bilseydi barıştırmasını da bilirdi. Eğer barışı bilip kendine saklıyorsa insan değildir.
Barışı bütün bilimlerin üstünde değerli görmüyorsanız barışın değerini bilmiyorsunuz.
Bilim barışı kendinden daha önemli ve üstün bilmiyorsa insanın değerini bilmiyor.
Bilim dünya barışını bulmuş mu? Ne şişkinip duruyor!
Bilimin tüm mucizeleri barış mucizesinin yanında kırıntı etmez.
Bilim barış konusunda bütünlemeye kalmıştır, okulundan mezun olamamıştır. Siz buna hayat okulu deyin.
Bilim, barışı gerekli görmüyor. Görseydi, çoktan bulmuştu. Gerekli görüp bilmiyorsa, hiçbir şey bilmiyor demektir. Barış insanın içindedir çünkü. İnsanın davranışları düzelince, barış olmaz mı?
Siz bilimi bilmediğiniz için değil, bilim sizi bilmediği için bu haldesiniz. .
Bilimin mağduruyuz. Yerleşik hayata geçmekle insan kendini hep abarttı, bunu bilimle sürdürdü.
İnsandan barışı talep etmek insanlık için bir utançtı.
Dünya barışı konusunda tüm insanlar cahildir. Nasıl bir şey olduğunu kimse bilmiyor. İnsanın barış bilgisi savaş bilgisinden daha fazladır ve daha çok kurumlaşmıştır. Askeri okullar her ülkede var fakat, barış okulu hiçbir ülkede mevcut değildir. İnsanın doğası henüz siyasallaşmadı, yalancı hali siyasallaşmıştır. Bundan ötürü politikaya yalan sanatı denmiştir, insanın doğasını siyasallaştırmakla politika doğallık kazanır. Hayatı siyasallaştıracağımıza siyaseti hayatlaştırırız.
Barış akademilerinin (Üniversiteleri)kurulmasını önermek saçmalık mıdır acaba? Her askeri okula karşılık bir barış okulunu istemek lüks mü gelecek? BM örgütü bu konuda ne düşünecek? Bu sorunsalı aptallıkla birlikle tartışmak istiyorum.
İnsanlara yapılacak tek güzel iyilik, aptal olduklarını onlara göstermektir.
Dünya barışını sağlamadıkları için bizden önceki kuşakların tümü aptaldı. Bizden sonraki kuşaklarınsa bize aptal deme hakı saklıdır. Dünya barışını yaşamamış herkes aptaldır.
Aklıyla kendini hayvandan üstün sayan insan, insanı öldürerek ikna ediyor. Nede olsa iki ayaklıydı. İşte(!) aptallığın filmi. Senaryosunu ben yazmadım ama her gün izliyorum.
Barışı kişisel güncel bir sorun olarak gündemleştirmeyenlerin yaşama sevincinden kuşku duyarım.
Şiddetten cayınca, zekâmız yaratıcı bilgi üretir. Barışı yaşayan ülkelerin düzeyine bakın! Zekâ, huzurla kerametlidir. Huzursuz zekâ ölümcül düşünür. Mutsuzluğun zekâsını neden taşıyorsunuz?
Beyin sorunsalını yaşıyoruz. Beynimiz barışık değildir. Barışık olsaydı, soy güdüsünün sesini duyardı; beynimizin kulakları sağırdır. Yerleşik hayata başlamakla hep ellerimizi ve bedenimizi kullandık. Şiddet zekanın tercihi değildir, bedenin tecrübesidir.
Bedenin tecrübesine kapılarak zekâyı bedene feda ettik.
Beynimizi yargılayalım. Sorunsal olmaktan çıksın. Vicdanı bitiren beyindir, vicdan beyni kösteklemez. Vicdan soy güdüsünün ruhudur. Ruhumuzu sevelim. 7 günü ruhumuza çok görmeyelim. Aradığımız tüm kutsallıklar barışın içindedir.
Hayatımız, yaşadığımız zaman demektir. Uzunluğu ve kısalığından ziyade, haz alarak yaşamak güzeldir. Dokunmadan neşeleniriz. 7 gün haz vereceğiz hayata. Fazla zaman değil bu. Bir tiryakinin yılda, sigaraya ayırdığı toplam zamandan daha azdır(her sigaraya 10 dakika ayırdığını varsayalım). Kini ve nefreti ömür boyu taşıyıp yaşantımızı zehirleyeceğimize ondan sıyrılabiliriz. Bir intikam için yıllarca savaşan insanlar, gruplar, partiler, ülkeler ve devletler vardır. Savaşmaya onca zaman ayırtacağımıza 7 gün savaşmamaya ayıralım.
Zamanın felsefesini yapmayalım. 365 günün 7’sini çıkarınca 358 gün eder. 358 günün ağırlığını bir haftada atarız. Hafifleriz.
7 günün kaç dakika, saniye ve salise, an ettiğini bilmem? Siz bilirsiniz ama?
280 günü annemizin karnında geçirdik. 7 günümüzü barışın doğuşuna ayarlayamaz mıyız? O, hayata başlamanın arifesiydi. . Doğmak için sabırla katlandık. Dünyayı, orası kadar huzurlu yaşayabiliriz. Çoğumuzun boşa harcadığı vakti olmuştur. Hayatımızın tüm boş vaktini toplarsak 7 günü aşmaz mı?
Öfkeye ve garaza kaptırdığımız günlerin sayısı, sevinç ve neşeye verdiğimiz zamandan daha fazladır. Yanılıyor muyum?
Biribirmizi üzmek için mi yaşıyoruz. ? 7 gün neşelenmeye vakit ayıralım. Çok hoş olur dünya.
Katıldığınızı düşünerek hayal edin. Dünyanın gündemi ne olacak sizce?
Televizyonlar, internet, gazeteler ve diğer iletişim araçları ne söyler ne yazarlar? Dünyanın gündemi ne olur? Bence barış komasına gireriz. Hoşluktan onu terk etmeyeceğiz. İnsan hoşlandığı şeyi terk etmez, değil mi?
Hoşluk sarhoşu oluruz. . Geçmişin adını anmayabiliriz, aptallığımızı hatırlatacak çünkü. Bir yanımızı belirtmek isterim, biz gündemin etkisene kapılırız. Hayvanları
bilmem, gündemleri nasıldır, diye merak ta etmem. Önceliğim kendi soyum olan insan gündemidir. Onları da severim fakat aidiyet duygum sizedir. İnsan olmayı sevmiştim, bu sevincim terk etmez beni.
Tirajikomik geçmişi unutarak şakalaşırız. Her esprinin gerçeği olduğu gibi, gerçeğin esprisi de vardır. Gerçeğin esprisi olacağız. Espri yapmayacağız, esprinin kendisi olacağız. Gördüğümüz her kişiye ”şakam geldi” diyeceğiz. Biribirimizi şaka olarak algılayacağız. Gidene üzülmeyeceğiz, her yanımız şaka doludur. Herkes “şakaya benziyor” diyeceğiz.
7 gün şakalaşalım mı? Kendimi şakaya yakıştırıyorum ve şakalaşacak sizlere de. 7 gün bir haftadır ve yılın 1/52 sidir. 51 hafta yıllık işlerimize yeterde artarda. Utanma devrimini yaşa ve yaşat!
Kolay budur işte(!) böylesi daha kolay değil mi?
Herkes utanma devrimini gerçekleştirse utancımız biter. Şiddeti terk ederek yaratıclığın yönü barışa yönelir. Teknik buluşlar, barış kadar değerli değildir.
Birer şaka gibi yaşayacağız.
Ölen için “bir şaka öldü” deyip, şakanın kaybına üzüleceğiz. Anneler ne şakalar doğuracak sonra. Çocuk sahibi olma isteğini soy güdüsü doğurur. Şakanın güdüsüdür bu.
Çocukların sevilme nedeni, barış duyguları örselenmemiştir. Bu yüzden kolayca sokulup barış gibi okşanmak isterler. Coşkuları neşenin kalbidir. Dünyanın çocuksuz halini düşünürseniz, barış aklınıza gelmez. Onlara hakaret ettiğimiz için liyakat sorununu yaşıyoruz.
Çocukluğumuzu düşürdük, yere attık. Dönüp el atarak kaldırmayı düşünüyor musunuz? Onu hayatımızdan uzaklaştırarak utanca battık.
Çocukluğumuzu kendimize yaklaştıralım. Hayatın şakasına kavuşuruz.
Hayat barışın doğduğu yöne bakar. Ve sonsuz yaşam barışın içindedir.
Ufo denilen varlıklar belki de, ölümsüzlüğün sırrını biliyorlar. Gezegenimizdeki şiddetten ürküyorlar. Bizimle iletişim kurmaktan korkuyorlar. Ufolara bir şans verelim mi? Güzel bir espri değil mi?
İnsan gerçeğin esprisidir aslında…Espri gerçeğin değişiminde ortaya çıkar, yeniliğin olmadığı yerde espri mi olur? .
Hafızamız kavgalıdır. Şakaya dönüşmeden kavgalı hafızayı aşamayız.
Beni şakacınız olarak ta düşünebilirsiniz. Düş bitince kendi kendime gülmeyi bırakır, birlikte şakalaşırız.
Hayatı siyasalaştırmak yerine siyaseti hayatlaştırmak gerekir. Hoşlanmamak bir haktır. İnsanlar hoşlanmama hakkını kullanırsa her şey hoş olur. Dünyanın bu durumu kimin hoşuna gider?
Hepimiz güzeliz aslında çünkü hepimizi güzel görmek istiyorum. Yenişmeli tarihin biteceği zafersiz bir yaşamın hayalidir bu. Dünya barışını yaşayacağıma eminim.
İnsan aklını fark etiği günden beri hep yenerek kazanmıştır, öylece duygularını bastırdı, barışarak kazanmayı öğrenmedi.
Yenerek kazanmak yerine barışarak kazanmayı dene!
Sevincini ne kadar çok insanla paylaşırsan o kadar insansın. Sevincini dünyayla paylaşırsan bir dünyasın.
Hayatı kolay yaşarız, hayat zor gelmez. Zekilikten bile bıkacağız. İnanın buna. Eskittiğimiz elbiselere baktığımız gibi zekiliğe yaklaşacağız. Ona tenezzül etmeyeceğiz. Çünkü evrensel hafızada düş kovulmuştur. Şakanın hafızasına kavuşmuşuz.
Şaka düşü kovar. Kolay düşün! Kolay barış! Kolay yaşa!
Kolay politika! Kolay çözüm! Kolay barış!
7 gün barış, kolay politikadır. Zor politikalar, çatışmalara sebep olur.
Kolay başarıları sevmeyenler aptallaşır.
Barışın felsefesi düşündürmekten ziyade eğlencelidir. Üzenlerle eğlendirenleri aynı kefeye koymayalım. Çağımızın filozofu popçulardır ve Sahakira evrensel bir filozoftur. Barış mantığının dinamiği eğlencedir savaş değildir. Üniformalı kahramanlar hayatı öldürürken eğlencenin kahramanları hayatı yaşatıyorlar. Uğruna çile çekilen hiçbir felsefede hayat yoktur. Barış, mutluluk felsefesidir ve mutluluk bütün felsefelerden daha değerlidir.
Hayatı bağışlayalım!
Bırakın dans etsinler bırakın mutlu yaşasınlar, öldürmesinler ve ölmesinler!
Bir şaka gibi yaşamak istiyorum. Esprinin olmadığı şeyde ciddiyet olmaz ve ciddiyet samimiyettir sadece. Benim felsefem düşünmeden yaşamaktır, ben kolaycıyım. Barışı istemekle kimseye iyilik etmiyorum, barış ötesi toplum istiyorum. Baştan beri konuyu getirmek istediğim nokta budur.
Barış ötesi toplumu düşünerek barışın değerini küçültürüz, öylece naz etmeden basitleşir onu, kolay elde ederiz. Bir şeyin ötesini istersen berisi kolaylaşır ve barış beri gelir. Barışseverler barışı oldukça şımarttılar.
Barışseverler için barış bir amaçtır ama barış ötesi topluma göre araçtır. Amaç insanın uzağındadır araçsa yakınındadır. Böylece barış amaç konumundan araç derekesine düşer. Bir şey amaç olunca insandan uzaklaşır araçsa yakınlaşır. Barışa kurulacak en etkili psikolojik tuzak budur. Bu yöntem barışa karşı psikolojik savaş yöntemidir. Barışa karşı psikolojik savaşı kazanınca tüm savaş yöntemleri son bulur. Barışın değerini barışın gözünde düşürünce barış kendi gözünde insandan sonra gelir.

Barışın anlamını barışsız yaşayan günümüz insanın değerine düşürürsek barışı aşarız.
Barış savaşa minnettardır çünkü savaş durduğu için barış gelir ama savaşın barışa minnettarlığı yoktur. İstediği zaman başlar.
Savaş olmayan yerde barış istenmez.
Barış bir yanılsamadır. Barış başladığı yerden ve günden itibaren başlar geçmişe etkisi yoktur, geçmişi barıştırmaz ve onarmaz. Barışın bir iyiliği yoktur. Barış gelen kadar savaş işini bitirmiştir. Savaş gittiği için barış gelmiştir, savaş gitmeden barış gelmemiştir.
Barışı fetişleştirmek dünya barış anlayışını yanılsamalı etkilemiştir. Bu yüzden dünya barışına tabu gibi yaklaşılır. Barışı teşhir etmek gerekir.
Savaş olmazsa barış olur.
Barış, ihtiyaç duyulduğunda gelmeyen şeydir. Ve gelen her barış gecikmiştir. İnsanlar ölümden bıktığı için savaşı bırakıyor, savaşları durduran barış değildir ölüme doyumdur. . Barış erdemli olsaydı ölüm başlamadan önce gelirdi(vaktinde gelen barış olmamıştır). Barış ötesi toplumda barış gündemden düşer çünkü savaş ötesi insana geçilmiştir. Saygısızlık bile insanlık suçudur.
Barış ötesi dünya barışı aşan insana yol açar. Barış ötesi insan, evrensel hafızayla yaşayan kişiliktir. Barış ötesi dünyada soy güdüsü uluslarüstü evrensel aidiyete kavuşmuştur.
Utancımız bitince utanmaya gerek kalmayacak. İstesek te utanamayız, coşkun yaşarız. .
Öylece insanın sözlüklerdeki karşılığı şaka olarak degişir. Bilim ötesine geçeriz ve bilim ötesini yaşarız.
7. günden sonra bilim ötesine coşarız.

SON

 

 

 

 

Heute waren schon 6 ziyaretçi (7 klik) hier!
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden